DÜŞÜNMEK BU ÜLKEDE MAKBUL BULUNMAYAN BİR EYLEM…
Bizim memlekette kendin olmak güçtür. Dengeler vardır. Doğrudan tutum takınmak cesaret işidir toplumsal, siyasal olaylarda. Düşünen insan gücünü fikirlerinden, kaleminden alır. Yeri geldiğinde esen sert rüzgâra karşı yürümek zorunda kalır. Fikir insanı özgürlük ister. Düşünme gereğini duymayan insanlar için, düşüncenin özgür olup olmaması sorunu yoktur. Ne yazık ki bizim ülkede birçok insan için düşünmek, yaşamdaki en zor şeydir.
Rus edebiyatının dünyaca tanınmış yazarlardan Dostoyevski’nin de belirtiği gibi:
“Bu devir, sıradan insanın en parlak zamanı: duygusuzluğun, bilgisizliğin, tembelliğin, yeteneksizliğin, hazıra konmak isteyen bir kuşağın devridir. Kimse bir şeyin üzerinde durup düşünmüyor. Kendisine bir ülkü edinen çok az. Umutlu birisi çıkıp iki ağaç dikse herkes gülüyor: “Yahu bu ağaç büyüyünceye kadar yaşayacak mısın sen?
Öte yandan iyilik isteyenler, insanlığın bin yıl sonraki geleceğini kendilerine dert ediyorlar. İnsanları birbirine bağlayan ülkü tümünden yitti, kayıplara karıştı. Herkes, yarın sabah çekip gidecekleri bir handaymış gibi yaşıyor. Herkes, kendini düşünüyor. Kendisi kapabileceği kadar kapsın, geride kalanlar isterse açlıktan, soğuktan ölsün, vız geliyor.”
***
Düşünmemeyi belirli bir imkanın kullanılmaması değil, bir toplumsal tercih, gerçeklik karşısında bir zihni tavır olarak ele almak gerekir. Diğer deyişle bir kültürden söz ediyoruz… Merak etmemek, kesinlik aramak, bu kesinliği yüzeyselleştirerek içselleştirmek ve cemaatsal olarak meşrulaştırmak, aynı zamanda aidiyet ve kimlik oluşumuna hizmet eder. Nitekim farklılıkların meşruiyetini ve çoğulculuğu içselleştirememiş, toplumsal konuşmayı özgürleştirip sistemleştirememiş toplumlarda, cemaatsal kesin kanaat arayışı bir ‘inanç’ unsuruna dönüşür. Kişiler inanmak istedikleri kanaatlerin peşinden gider ve bunu fıtrata bağlayarak kendilerini rahatlatırlar. “Aman abi… Neme lazım… Bulaşmamak lazım bu işlere/bu adamlara” virüs’ün bir varyantını yaratır.
“Bu adamlar” bedel ödetme eğilimindedir çünkü. O bedel de rahatını bozuverir insanın. Bugüne kadar iyi kötü eline geçen ayrıcalıkları, kurduğun düzeni, kazandığın üç beş kuruşu (kimi zaman üç beş milyonu) yitirmek riski vardır işin ucunda. Dilini bağlar adamın. “Aman abi… Başıma durup dururken iş almayayım abi… Çoluk çocuğumuz rahatsız olmasın” varyantı ile aynı laboratuvar çıkışlıdır bu virüs. Eklemek gerekmeyebilir ama Türkiye’deki durum.
***
Evet; düşünmek bu ülkede makbul bulunmayan bir eylem… Türkiye’nin “entelektüel karşıtlığı”nın da küresel liderlerinden birisi olduğu tartışma götürmez. Bunun popülist söylem düzeyinde kalmayarak siyasetin iki temel kutbu tarafından da benimsenmesi, her konuyu en basit düzeyde tartışan, sorunlarına derinlikli yaklaşımlar geliştiremeyen sığ zeminlerde yapılan polemiklerin/kavgaların/tehditlerin “analiz” statüsü kazandığı, “hamaset”in ise “söylem” haline geldiği bir toplumun şekillenmesine neden olmaktadır.
Osmanlıdan gelen tarihi süreç içerisinde, son yüzyıllık dönemin, (bu yüzyılın da özellikle son elli yılında), genelde Türk toplum yapısı, özelde Türk yönetim ilişkileri bakımından ortaya çıkan en bariz gerçekler, “Kamusal entelektüel (intellectuel public)”ın yaratılamadığı, onun işlevinin “köşe yazarı” tarafından görüldüğü, akademisyenin “ders kitabı” ezberlettiricisine indirgendiği, düşünce kuruluşlarının, istisnâlar dışında, “fikir” yerine “propaganda” ürettiği toplumumuzda ciddî bir “entelektüel açık”ın bulunduğu ortadadır. Bunun da sorunlarımızı değerlendirme alanında ciddî bir engel yarattığını görmek zor değildir.
***
“Geri kalmış İslam ülkelerinin en büyük sorunu kadının fiziksel ve entelektüel gücünün üretimden uzak kalmasıdır. Üretimi sıfır, hatta çocuklarını yetiştirmemekten dolayı negatif olan, nüfusunun yarısını oluşturan kadın nüfusunun televizyon önünde bir tüketici olmasının bedelini hiçbir toplum ödeyemez.” derken uygarlığın temel ölçütlerinden birinin altını çizen gerçek bir bilge kişi Doğan Kuban’ın, güncel sorunlar üzerindeki gözlem ve yorumlarından oluşan, felsefi bir jargonla yazılmadığı ancak görüşün 15. yüzyıldan bu yana Batı dünyasını yönlendiren dünya görüşünün paralelinde olduğu kendince ifade edilen, Cumhuriyet Kitaplarından ilk basımı Kasım 2013’te yapılan 294 sayfalık “Kendini Öğretemeyen Toplum” adlı en son kitabını memleketimde geçirdiğim geçen yaz tatili sürecinde okuyup bir derleme oluşturmaya çalışmıştım. Aşağıda bu derlemenin çarpıcı üç paragrafını aktarıyorum:
①Bizim toplum soru sorma yeteneği yüksek olmayan bir toplumdur. Ayrıca soru sormayanlar soru sorulmasını da istemezler. Fakat herkesin dilinde olan “Ne olacak halimiz?” bir soru değildir. Soru, konulara ilişkin ve önce birikmiş gözlemlerin anıları ve önsezilerle başlayan entelektüel çabadır.
Osmanlı’nın düşünme kabızlığını ve yeniyi özümseme zorluklarını, neredeyse gene3tik mirası olarak, bugünkü toplumumuzda da görüyoruz. Avusturyalı tarihçi, diplomat ve Doğu bilimler uzmanı Joseph von Hammer, Osmanlı Devleti Tarihi (Histoire de l’Empire Ottoman) adlı eserinde sorar: “Bu sadrazamlar, vezirler, beylerbeyleri, valide sultanlar, hasekiler niçin bu kadar rüşvet alıp zenginlik peşinde koşuyorlardı?”
Halk açlık çekerken saray ve çevresinin para düşkünlüğü olasılıkla, rüşvet vererek kafalarını kurtarma nedenine bağlanabilir. Fakat rüşvetin büyük mekanizması sarayda kurulmuştu. Ve başında da Valide Safiye Sultan vardı.
②Muhabir bir vatandaşa soruyor : Bakın, bu apartman harap olmuş, yanındaki sapasağlam ayakta. Ne diyorsunuz?
Yanıt : Allah’ın hikmetinden sual sorulmaz. İsterse sağlamı yıkar, çürüğü ayakta bırakır.
Muhabir beklediği yanıtı alamadı. Vatandaş topu Allah’a attı. Bu adamın kafasına tavan da iner, gemisi de batar.
③Kurtuluş Savaşı, bir Osmanlı direnişi değil, sadece bir Türk direnişidir. Savaş sırasında eski idarenin sürmesini isteyen vatanseverler de Osmanlı devletinin yapısını hâlâ anlamamış ve idealize etmiş insanlardı. Onlar da bu işlerin anlamını hiç kavramamış cahil halk gibi toplumsallaşmamış bir din anlayışı içinde yaşıyorlardı.
***
Günümüzde İslam dünyasının durumu Türkiye dahil aynıdır. Galiba Batı ile Doğu arasındaki farkı gösteren en önemli nokta düşünce disiplini olsa gerek. Batı’daki bütün gelişmelerin temelinde sistematik düşünce yer alırken, ne yazık ki şarkta sistematik düşünce gelişememiş, bu yüzden de bilimsel alandaki inkişafın önü açılamamıştır. Değerli düşünürümüz Ord. Prof. Dr. Hilmi Ziya Ülken “Doğu-Batı makaleler” adlı kitabında (Doğu Batı Yayınları) Doğu ile Batı’nın mukayesesini yaparken şöyle bir tespitte bulunuyor:
“Garb’ı Şark’tan ayıran elbette ve her şeyden evvel sistemli ve inzibatlı tefekkürdür. Fakat bu sistem ve inzibat dıştan ve cebredilmiş (zorla dayatılmış) bir kuvvet olmayıp insanın kendi kendine yüklediği, kendi dağınık hayal ve mefhumlar alemini mecbur ve mükellef kıldığı enfüsi (öznel) inzibat ve ideal bir sistemdir. Garp’ta inzibat olduğu için hürriyet vardır. Garp’ta şahsiyet olduğu için cemiyet vardır. Garp’ta insan, deruni hayatını müstakil ve hür bir mevcudiyet gibi telakki ettiği içindir ki kendi kendini içtimai mükellefiyet ve nizama tabi kılmak ve fikirlerini bir nizam ve kadro içine sokmak kudretini ve maharetini kazanmıştır.”
Yüzyıllarca büyük medeniyetler kuran, bilim insanları ve filozoflar yetiştiren Şark’ın, sistemli tefekkürü doğuramamış olması gerçekten bir talihsizliktir. Oysa İbin Rüşt, Batı’yı aydınlatan bir İslam filozofudur ve Fransız, düşünür ve tarihçi Ernest Renan’ın ifadesiyle İbni Rüşt “Aristo’yu yenileyen ve felsefi Helenizm’in saf ışıklarıyla Avrupa’yı aydınlatan ilk ve tek Müslüman” düşünürdür. Şark’ın ve hususen de Müslüman dünyanın geçmişe olan özlemini rasyonel bir çizgiye çekerek sistemli bir tefekkürü inşa etmesi, en başta ülkemiz için, artık zaruret haline gelmiştir. Artık sorun Ortaçağda kalmak veya ilerlemektir.
Pof. Dr. Garip Turunç – Bordeaux (Fransa) Üniversitesi ve İstanbul Galatasay Üniversitesi Em. Öğt. Üy.
Bordeaux, Salı 26 Eylül 2023