KÜRT MESELESİ
Toplumsal meselelerin tartışılmasında bataklık metaforu sıkça kullanılır. Önemli olanın sivrisineklerin öldürülmesi değil, bataklığın kurutulması olduğu söylenir. Ancak toplum, çoğu zaman gerçek meselelerin köküne gidecek, onunla yüzleşecek kadar olgun olmadığı için, siyaset de kısa vadede yüzeysel tedbirlerin peşinden gider. Hele sivrisinekler çoğalıp canınızı acıtmaya başladığında, bataklığı tamamen unutup meselenin görünen yüzüne yoğunlaşırsınız.
Türkiye de yıllardır bunu yapıyor. Ülkemizde Kürt sorunu’nun ve buna bağlı olarak “terör”ün günlük politik söylemin değişmez konularından biri, hatta son 40 yıldır ilk sırada yer aldığı söylenebilir. Ancak aralıklı da olsa “anarşi, terör ve bölücülük sorunu” içerikli söylev ve cümleler yüzyılı aşkın zamandır, Türkiye’nin politikasında “vatan ve millet kurtarıcı” hamasetin avcı okunu oluşturuyor. Son yıllarda ise, bu ürkütücü “bela” üzerine konuşulmadık gün neredeyse yok gibidir. Neden böyledir denirse, yönetici ve egemen erki temsilen konuşanların, Kürt sorunun olmadığını, “başta PKK olmak üzere terör örgütleri”nin varlığından söz ederek sorunun sadece bir “terör sorunu” olduğuna işaret edecekleri besbellidir.
Peki bu yaklaşım Türkiye’nin Kürt sorununu çözer mi? Bırakın çözmeyi “görünmez” hale getirir mi? Bu sorulara yanıt verirken, “evet” istikametinde bir ima bile akıl dışı olur. Kürt meselesi ve Türkiye şu iki basit evrensel kuraldan azade değil: “Toplumsal meseleler kuvvet yoluyla çözülemez ve bu tür meseleler, yanlış teşhislere, politikalara, özellikle kuvvete tepki verir.”
***
Nitekim, son yıllarda Kürt sorununun, beka söylemine ve asayiş politikalarına verdiği yanıt açıktır: Sorunun alanı genişlemiş ve dinamiklerini çeşitlemiştir. 1990’larda Türkiye’nin 10-15 ilini kuşatan bu sorun bugün Suriye’den İstanbul’a uzanan bir hat üzerinde ülkenin ve bölgenin belirleyici bir dinamiğine dönüşmüştür. Ortadoğu’daki Kürt egemenlik alanı hiç olmadığı kadar büyümüş, Türkiye kendi Kürt sorununu bu alandan koparıp demokratik bir entegrasyonun kapılarını açabilecekken, izlediği siyasetle kendi meselesini Ortadoğu’nun tam parçası kılmıştır.
Dün bulunduğumuz nokta basitçe şöyleydi: Türkiye Kürt sorununu demokratik-entegrasyon esası ve yerel yönetimler üzerinden bir modelle bir çözüme bağlama ve bunu bölgeye ihraç etme imkanına sahipti. Bugün bulunduğumuz nokta ise durum yine basitçe şöyle: Türkiye çözümü değil, sorunu bölgeye ihraç etmiştir. Bugün bölgede, oyuna müdahil uluslararası bir çok aktörün egemenlik kavgasında ve güç arenasında edilgen bir durumdadır, Türkiye’nin Kürt sorununa ilişkin çözüm ve denge modeli, dışarıdan içeriye doğru yönelme noktasına gelmiştir.
Suriye’de çözüm olarak görülen politikalar sonucu PKK 10 kat güçlenmişse Türkiye’nin bekasını olumsuz yönde etkilemişsiniz demektir. ABD desteği çekiyor mu ? Hayır. Peki YPG, PKK bölücü terör örgütünden daha büyük bir beka sorunu haline geldi mi ? Evet. 2011 yılına kadar komşumuz Suriye Arap Cumhuriyeti’ydi. İyi-kötü onunla masaya oturuyorduk. Şu an muhatap olduğumnuz ise ABD ve Rusya’dır. ABD ve Rusya ile masaya oturmadan PKK-YPG sorunu da çözülmez .
Her halükarda sorunun çözümü esastır, ancak çözümün dili ve meşruiyeti de o denli önemlidir. Korkutucu sözcüğe sarılıp seferberlik ilanlarıyla “parça parça edeceğiz” tehditlerine ve “şehitlerin kanı yerde kalmadı kalmayacak” söylemine baş vurulmakta; ABD’nin, ‘Avrupa’nın “teröristleri desteklemesi”nden yakınmalarla şovenizm alevi yükseltilmeye çalışılmakla sorun asla çözülemez.
***
Türkiye Kürt meselesinin toplumsal, etnik, siyasi bir sorun olduğunu inkar eden pek çok iktidar gördü. Hemen hepsi bu sorunun açtığı asayiş ve şiddet tuzağına düştü. Bugün de durum, askeri teknolojik imkanların artmasına, Türkiye’nin bölgede daha müdahil ve askeri açıdan aktivist politikalar izlemesine rağmen farklı değil. Örnek olsun, şu kadar bin kişinin ölümünden sorumlu tutulan “bölücü terör örgütü PKK nasıl ve neden bu kadar varlığını hâlâ sürdürebilmiştir?” sorusunun sorulması ve yanıt aranarak çözümün bu yanıt üzerinden oluşturulması yönündeki akıl yürütmeler ve önermeler günümüz iktidar ayrıcalıklarının en önemli korkusudur.
Geçen yıl sonundan yeni yıla geçerken “21 günde 21 şehit neden verildi, ihmal mi var?” sorusu da henüz yanıtlanmadı. Hâlbuki TBMM bu konuyla ilgili özel bir toplantı yaptı. O toplantıda da ciddiyetle soruya cevap aranmadı. Böylesi sorular yerine ezber bir duanın durmaksızın tekrarı gibi “terörün kökünü kazımak” tan söz ederek, “bildiri mi, tezkere mi” tartışması içinde, asıl nedeni ve durmaksızın kanayıp yüzeye ürün veren “yara”yı gizlemeye/örtmeye çalışıldı.
Oturumda TBMM iradesine vurgu yapan bir diğer konuşma ise “bu ölümlerden hepimiz sorumluyuz. Şayet biz Meclis olarak, demokratik siyaset olarak görevimizi yerine getirebilmiş olsaydık bu ölümler yaşanmazdı. Meclis bu kayıplardan sonra derhâl sorumluluk almalıdır,” diyen DEM Partisi Grup Başkanvekili Gülistan Kılıç Koçyiğit’ten geldi:
“Gelin, Kürt sorununun demokratik çözümünü hep birlikte sağlayalım. Gelin, Meclisimiz bir kez olsun bütün bu ezberleri bozsun, çatışmasızlığı esas alan, şiddeti devre dışı bırakan, rasyonel akla ve politikalara dayanan bir süreç için Parlamento rol üstlensin. Bu Parlamento çatışmasızlığı esas alan bir çalışmayı yürütebilir çünkü geçmişte yürüttü. Normalleşme ve demokratikleşme zemini oluşturulabilir.
Bildiri yayınlamak sorunları çözmüyor, ortadan kaldırmıyor. Parlamento yas evi değildir, taziye dileme yeri değildir. Parlamento, insanları yaşatmak için söz kurma, elini taşın altına koyma ve eylem yeridir.”
DEM Grup Başkanvekilinin konuşmasının hiçbir sataşma olmadan, olgun ve sağduyulu bir sakinlikle dinlendiğini izledim. Olması gereken de budır. Siyasette bir taraftan çatışan fikirler, farklı istekler ve birbirine zıt çıkarlar bulunur… Diğer taraftan insanlar ortak kurallar çerçevesinde, barış içerisinde yaşamaya, iş birliği yapmaya ve uzlaşmaya çalışır. [AKP iktidarının en başarılı, en huzurlu, en sakin süreci, Kürt Siyasi Hareketiyle iletişim halinde olduğu dönemdi… Tek bir şehit vermemiştik o dönemlerde…]
***
Toplumlararası sorunların çözümünde tarafların psikolojik ve ideolojik bir ‘eşiği’ aşmasından söz edilir. Atıfta bulunulan ve aşılması beklenen engel, toplumların aynı olayı çok farklı biçimlerde yeniden inşa edebilmeleridir, çünkü hepsi de o olayı kendi tarihçilerinden öğrenir. Eğer söz konusu olay iki toplumu ayırıcı bir nitelik kazanmışsa, bu kez kimlikleşir. Yani insanlar belirli bir yorumu kendi kimliklerinin parçası kılarlar. Bu durum bazen daha da katmerlenir, çünkü bazı ülkelerde toplumlar devlete rehin düşmüş durumdadır. Kimliğin sahibi toplum değil, devlettir ve toplum da bu kimliği kaybetmemek uğruna devletin dilini benimser. Böylece eşiğin aşılması zorlaşır, imkânsız hale gelir.
Yüz yıllara dayanan ‘Kürt meselesi’ de Türkiye Cumhuriyeti Devleti için tabulaştırılmış bir eşik hüviyetinde. Bunun başlıca nedeni, bir toplum suistimali ve insan hakları ihlali olarak kayda geçmiş olan bu meselenin unutulma, yok sayma arzusunun çok derin olmasıdır. Olayın devlet boyutunda bu arzunun gerekçesi belli: Osmanlı’nın yıkıntıları üzerinde kurulan Türkiye Cumhuriyeti çok farklı etnik ve dinsel kökenlerden gelen halktan Türk dilini konuşan, Türk kültürünü ve devletin uygun gördüğü Sünni-Hanefi İslam inancını paylaşan bir millet yaratma projesini uygulamaya koydu. Türk milliyetçilerinin önderliğinde Anadolu ve Rumeli Müslümanlarının yürüttüğü bağımsızlık mücadelesi sonucunda kurulan Türkiye, nüfusunun farklı etnik kökenlerden gelen büyük çoğunluğuna, Türklük bilincini kazandırmayı başardı. Balkanlar’dan ve Rusya’dan kovularak, sürülerek gelen Müslümanlar gönüllü olarak asimile oldular, yerli-otokton halkın bir bölümü ise zorunlu asimilasyon politikaları sonucu Türkleşti. Türkleşmenin en önemli istisnası, Osmanlı döneminde kendi bölgelerinde geniş ölçüde özerk, dil ve kültürlerini koruyarak yaşayan Kürtler oldu. Gönüllü ya da zorunlu göçler sonucu ülkenin Türk çoğunluklu batısına yerleşen Kürtler, Türkleşti ya da iki-kimlikli oldu, ama güneydoğu ve doğunun Kürt çoğunluklu bölgelerinde yaşayanların büyük çoğunluğu Türkçe öğrendiyse de, Kürtlük bilincini kaybetmedi; zaman zaman asimilasyona isyan edip yaşadığımız bu son olaylara gelindi.
***
Farklı etnik ve dinsel köklerden çok milletli bir devletten gelen Osmanlı, eşyanın/şeylerin zoruyla dağıldı. Bu, bir dereceye kadar kaçınılmazdı. Ama Osmalı’nın “Tebaa-i Sadıka” dediği Ermenilerin, büyük devletlerin “Doğu Hristiyanlarını (Müslümanların elinden) kurtarma kampanyası” tehcir gibi bir faciaya ve büyük bir beşeri sermayenin yok olmasına sebeb oldu. Șimdi buna çok benzer bir süreç içindeyiz. Aynı büyük devletler “kafası yapışık ikizler haline gelmiş Kürtlerle Türkleri” ameliyatla ayırmaya çalışıyorlar. Bir yandan Türk devletine Kuzey Irak’ta yuvalanmış PKK unsurlarını vursun diye F-16 uçakları veriyor, diğer taraftan PKK’yı her yönden destekliyor. Ben, Batılılara kızmaktan vaz geçtim. Onları olduğu gibi kabul ediyorum. “Böl ve yönet” onların değişmez politikasıdır. Ben, biz (Kürtler ve Türkler) niçin bu açmazdan bir türlü çıkamıyoruz ona hayıflanıyorum.
Türkiye’nin içindeki iktidar kavgalarını, varlıklarını manasız sorunlara borçlu olan iktidar odaklarının olduğunu; göz göre göre bir “parti devleti”, tuhaf bir “tek adam” rejiminin inşa edildiğini görebiliyorsak ta, bu bile durumumuzu açıklamaya yetmiyor. Siyasetin sınırlarının çok ötesine geçen, siyasî olmaktan çok, bütün hayatı kapsayan, insanî/vicdani bir mesele. İnsanlar hiçbir şey düşünmüyor, düşünemiyor. Çatışmaların, gerilimlerin, savaşların, şiddetin egemen olduğu bir dünyada insanlık sadece kazanmaya ya da yok etmeye koşullandırılıyor. Ortak iyi, doğru, güzeli ya da ortak ayıp, günah, suç algıları eksilen, biz duygusu eksilen bir topluma evriliyoruz. İnsan olarak evrenin bir yansıması olduğumuzu unutarak, egolarımızın, hırslarımızın, çıkarlarımızın ve gücün peşinden gittiğimiz, vicdanımızı hayatımızdan uzaklaştırdığımız bir dünya yaşanabilir olur mu? Vicdanın içimizden gelen sesini bastırmadan, sevgiyle yaklaşmakla, sorumluca davranmakla, empati yapmakla dünyayı yaşanabilir kılabiliriz. Çocuklarımızın/sevdiklerimizin yüzüne bakabilecek onurlu bir insan olarak var olabilmek için “başka bir dünya ve Türkiye” hayali kurmayı ve bunun için uğraşmayı bırakamayız.
Pof. Dr. Garip Turunç – Bordeaux (Fransa) Üniversitesi ve İstanbul Galatasaray Üniversitesi Em. Öğt. Üy.
Bordeaux, Cuma 26 Ocak 2024