TÜRKİYE, TARİHİNİN EN BÜYÜK KİTLESEL YOKSULLAŞMASINI YAŞIYOR
Sefaletin büyük zenginlikle el ele nasıl büyüdüğünü Paris’te gözlemleyen sosyolog Eugene Buret, 1840’da Fransa ve İngiltere’de Emekçi Sınıfların Sefaleti Üzerine adlı kitabını yayınlar. Kitapta, aynı dönemde Victor Hugo’nun “Sefiller”indeki karakterleriyle ifade ettiği dünya halini kayda geçirir:
”Medeniyet ve refah alanında en gelişmiş milletlerde ekonomistlerin hemen hemen tümüyle göz ardı ettiği bir durum var ki: o durum sefalettir. Sefalet fakirliğin ahlakta hissedilişidir. Kötüyü sadece fiziki olarak açtığı yaradan tanımlamak yeterli değildir: ondan daha yüksekte, cilt ve etten çok daha hassas bir şeyi etkiler; ahlak duygusuna işleyen acı. .. insanı, ruhunu ve vücudunu tümüyle etkiler. Üzüntü bir medeniyet halidir. Bir uyanış, hatta insan bilincinde daha yüksek bir gelişmeyi gerektirir…. servetle aşırı yoksulluğun, büyük nüfusları –İrlanda’da olduğu gibi, yavaş yavaş aşırıya doğru dozu artan açlığın acısına, aşırı fiziki ve ahlaki sıkıntıya indirger: endüstri ve ticaret iş merkezlerinin tam kalbinde binlerce insanı sefalet ve ahlaksızlıkla barbarlığa düşürür. Güvensizlik sefaletin temel ögelerinden biridir. Fiziki ve akli sefalet, iki de bir yaşanan sözde ticaret krizleri, süreklilik halini alan endüstri, yolsuzluklar, tapon mallar, bütün iş kollarını etkileyen sahtekarlık, emek talebindeki felaketengiz iniş çıkışlar, ücret dışında hiç bir şekilde var olma imkanı bulunmayan kişilerin, sınıfların büyümesi, çoğu kez güvencesiz durumda, açık kuvvetten başka hiç bir şeyi olmayanı kötülüğe ve suça teşvik etmesi kaçınılmazdır. Sefalet bir insanlık durumudur –zihni, duygusal ve ruhsal veçhesiyle olduğu kadar salt fiziki bir insanlık durumudur: “zoraki yoksunluk altında, bütün dünyanın hakkı, refahı maliyetinin altında suistimal ile cebine attığı kanısıyla ezilen, mahrumiyettir, sıkıntıdır ve aşağılanmadır.“
Paris’in yer altı dünyasında geçen bir dedektif öyküsüne dayanan, 1862’de yayınlanan roman, aynı zamanda Paris halkının yaşamının da bir destanıydı… Ülkemizin son aylardaki medya haberlerinde Victor Hugo’nun bu “Sefiller” romanda ifade ettiği “kitlesel yoksullaşma”nın acı kanıtları vardı. [Geçen hafta Cumhuriyet’te Mustafa Çakır imzalı haberde geliri 6 bin 667 TL’den az olan yurttaş sayısı 10 milyona dayandı. Birkaç hafta önce İbrahim Kahvecinin KARAR’daki yazısında Türkiye’nin kesintisiz 14 yıldır büyüdüğünü ama yoksul sayısının azalmadığı gibi tersine artmaya devam ettiğini, hatta son 3 yılda çok hızlı büyümeye rağmen yoksul sayısının 2021’de 17.636 bin kişiden 2023 yılında 18.219 bin kişiye yükseldiğini bildiriyordu.]
***
Asıl insanın canını acıtan şey; bunun iktisadi yetersizliklerden değil de bir yönetim biçimi olarak tercih edilmesinden kaynaklanıyor olmasıdır. Yerlilik ve millilik kılıfı altında partisini iktidara taşıyacak herkese bir balık verip onları kendisine muhtaç ederken, kendisi de gemiler dolusu balığı ambarına dolduran bu yönetim biçimi, bir mecburiyet değil bir tercihten ibarettir. ‘Ya o balık da olmasa biz ne yaparız’ diye düşünerek hareket eden milyonlarca kişi, gemiler dolusu balığın kimin ambarına gittiğiyle ilgilenmiyor.
Geçmiş iktidarlar için kullanılan bir tanım vardı: Dönem zenginleri yarattı! AKP ise bunun tersini yapıyor, yeni ve büyük bir kesim yaratıyor: Dönem fakirleri!
3Y’yi kaldırmak için geliyoruz, dediler; yoksulluk, yolsuzluk, yasaklar! Gelinen noktada yasakların adı kararname oldu. Yolsuzluklar yasa kapsamına alındı. Yoksulluk da tüm tabana yayıldı. Orta sınıfın giderek fakirleşmesi, yoksulluk tabanının da genişlemesini beraberinde getiriyor.
Yoksulların iki davranış biçimi olur: i-) Bu durumu kabullenmeyen, nedenini sorgulayan, sandıkta gereğini yapmaya hazırlananlar ; ii-) Daha beteri olabilir deyip, durumunu korumaya, olabildiğince çok yardım almaya çalışıp kabuğuna çekilenler.
İktidar bir yanda, “Yap İşlet Zengin Ol” formülü ile malı götürenlerin, öte tarafta maaşı eriyen asgari ücretli ile emeklinin iki somun için saatlerce Halk Ekmek büfeleri önünde kuyrukta bekleyen en büyük toplumsal kesim haline getirdiği yeni yoksulları işte bu ikinci grup olarak hazırlıyor. Özellikle kırsalda ve varoşlardaki yoksullara sadaka verip, kendilerini geçindirmekte olan üretimlerinden onları alıkoyma pahasına siyasi iktidarlarına rıza üretti. Onlardan sadık oy potansiyeli yarattı.
Çalışmadan cebine giren, çok az da olsa garanti gelirin sıcaklığını yaşayan halk kendisini yönetenden razı olduğu için yoksullaşma konusunda en küçük bir sorgulamaya bile gitmedi. “Nas neyi gerektiriyorsa öyle davrandık” ya da “Rabbimiz bizi yoklukla sınıyor” sözlerini kaile almayacak bilinçte insanlardı. Çağın tüketim alışkanlıklarına bağlı bir ekonomik modeli kendi bütçelerine göre uygulamaktaydılar. Ülkeyi yöneten siyasi rejimin, fakirleşip çökmesinden hiç üzülmeyeceği bu sınıf, yoksullaştığını ilk algılayan oldu.
***
Alman filozof Arthur Schopenhauer, dilimize “Okumak, Yazmak ve Yaşamak Üzerine” adıyla çevrilen eserinde, insanın neden eleştiremediği, otoriteye neden boyun eğdiği ve fikirlerini beyandan niçin kaçındığına dair şu cümlelere yer verir:
“Cehalet ancak zenginlikle bir arada bulunduğu zaman soysuzlaştırıcıdır. Sefalet ve ihtiyaç, yoksul insanı sınırlar; onun işi yahut uğraşı bilgisinin yerini alır ve düşüncelerini işgal eder.”
Beni bu satırlarda, cehalet ya da makam-mevki ile buluşarak soysuzlaştırdığı insanlar değil, Victor Hugo’nun “Sefiller”indeki karakterleriyle ifade ettiği, sefalet ve yoksulluğun mûti, çaresiz, suskun, mahkûm ve mecbur kıldığı insanlar ilgilendiriyor.
Gerçekten de öyledir; insanı susturan, itaate zorlayan ve düşünmekten uzaklaştıran başlıca etkenlerden biri, sefalet ve ihtiyaçtır… Yoksulluk, sadece ihtiyaçlarının ve maişetinin peşinde koşan, düşünmek ve eleştirmekten uzak duran, Ahmet Hamdi Tanpınar’ın “Saatleri Ayarlama Enstitüsü” eserindeki kahramanı Hayri İrdal’ın ihtiyaçlarla terbiye edilmiş, “uslu ve uysal bende”lere dönüştürüyor insanı!..
İnsanlığın ortak çıkarı için ayağa kalkarak, mücadele ederek, gerçeği anlatarak hayatımızda değerli bir şey katmanın hepimiz için “mutlu bir mecburiyet” olduğunu görmüyor muyuz?
Prof. Dr. Garip Turunç – Bordeaux (Fransa) Üniversitesi ve İstanbul Galatasaray Üniversitesi Em. Öğt. Üy.
Antakya, Çarşamba 6 Kasım 2024