ZULÜM
Birinci Körfez Savaşı sırasında, yaşlı ve saygın bir Alman savaş muhabiri “Artık yazacak tek bir satırım bile kalmamıştı” notunu bırakarak hayatına son vermişti. Onu ölüme sürükleyen; izlediği savaşların dehşeti, yaşadığı insanî trajediler, en önemlisi de çaresizlikti. Yazı, tanıklık, haber anlamını yitirmişti.
Bugünlerde de yalnızca haberler değil, hayatlar da kan içinde. Hepimizin hayatları. Dünyanın kim bilir kaç ucundan damla damla kan damlıyor uzay boşluğuna. Savaşa ve öldürmeye doymuyor insanlar. Ukrayna’da son nefesini vermeyenler var daha. Devam! Ortadoğu! O bölge zaten yıllardır alışıktır ölmeye. Orada da deneyelim marifetli silahlarımızı… Zulüm, adaletsizlik, ahlaksızlık, yolsuzluk, hırsızlık, cinayet, katliam… Damla damla yükseliyor bizi, hepimizi boğacak canilik potansiyelimiz.
Amerikalı barış gönüllüsü Rachel Corrie, öllmeden kısa süre önce “Acı veriyor dünyanın korkunç bir yere dönüşmesine sessizce tanıklık etmek” diye yazmıştı. Sessiz kalmak ve vicdanını susturmak ona göre değildi. Rachel’den geriye kalan; “Zulüm bizdense, ben bizden değilim.” cümlelerden biriydi. Rachel’in asıl kılavuzu vicdandı. Vicdan, her bir olayın yürek süzgecinden geçirilmesini, empati yapılmasını, insanların zarar görme riskinin en aza indirilmesini zorunlu kılan bir ahlaki pusulaydı ona göre. Vicdan partili olamazdı, siyasi davranamazdı, taraftarlığı kabul edemezdi, sloganlarla yönlendirilemezdi. Vicdan asla tek bir millete, dine, ideolojiye, siyasete ait olamazdı. Vicdan tek kişilikti. Böyle olmazsa her zaman zulme karşı çıkmayı başaramazdı.
***
Türkiye de çok uzun süren bir zulüm dönemi yaşadı, benzer bir süreci yaşıyor. Anayasa suçu işleniyor. İnsan hakları suçu işleniyor. Emekli genraller hapiste… 78 yaşında olan var. 83 yaşında olan var… Ameliyat olan, dikişleri bile alınmadan hücresine geri gönderilen, dikişleri patlayan, kan revan içinde tekrar hastanelik olan var. Ziyaretler sırasında bitkinlikten baygınlık geçirip yere yığılanlar var. Parkinson yüzünden kendi başına ihtiyaçlarını göremeyenler var. Yürüyemeyenler var. 800 gündür hapiste tutuluyor. Avukatları “Düşman hukuku uygulanıyor” diyor. “Birçok adil yargılanma hakkı ihlalinin yaşandığı bu davada verilen mahkûmiyet kararı da davanın siyasi niteliği ile orantılı şekilde ağır olmuştur” diyor. Dönemin ruhuna uygun olarak adaletsiz bir şekilde yargılanmaları bir yana, 80 yaşlarındaki bu 28 Șubat sanıklarının Adli Tıp’ın “hapishanede bulundurulmaları uygun değil” raporları Cumhurbaşkanlığı katında aylardır ışlem görmüyor. Eşlerinin gönderdikleri mektuplar teslim edilmiyor, “rütbelerini söktük, burada korgeneral yok, orgeneral yok, er var” deniyor, mektuplar geri gönderiliyor, böylesine zulüm var. Yaşanan bu dram, demokrat, çağdaş Türkiye’ye yakışmıyor, artık bitmesi lazım!
Anayasal Demokratik bir direniş olan Gezi Parkı Direnişi, bir hükümet darbesi diye suçlanıyor ve mahkûm ediliyor. Hak, hukuk, adalet ihlal ediliyor. Anayasal ve Demokratik bir protesto hakkını kullandıkları için, kamu yararını savunan insanlar hapse atılıyor. Analar babalar evlatlarından ayrılıyor, aileler parçalanıyor. İnsan Hakları Avrupa Mahkemesi (İHAM) Sözleşme md. 18 (yani yargılamanın politik amaçlı olduğu) belirlemesini rağmen; bir ağır ceza mahkemesinin verdiği tahliye kararı siyasal otorite tarafından sert bir üslupla eleştiriliyor ve alelacele yapılan yeni bir suçlama ile tutuklu (Kavala, Demirtaş) tahliye edilemeden hücresine geri yollanıyor.
Osman Kavala, iktidarın Gezi Parkı eylemlerinin sürdüğü günlerde yaşadığı travmanın beslediği hırs, genel olarak Avrupalı değerlere olan hınçla sentezlendiği noktada bu dava, bir kin davasına dönüşmüşüyor. Osman Kavala bu hasletlerin nesnesi olduğu için bunun ceremesini çekiyor. Kindarın özel kini, onda temayüz ediyor. “Bu adam Türkiye’nin Soros’uydu” diyerek peşin hükmün verildiği yerde artık “kin davası” ile “kan davası” arasındaki fark silikleşiyor.
Selahattin Demirtaş, “Kürt açılımı” günlerinde iktidarın muhatabı olan bir aktör, popülerleşerek partisinin barajı aşmasını sağlamıştı. Bu yolla Haziran-Kasım 2015 arasındaki iktidar travmasının nesnesi olmuştu. Tarihsel sözler külliyatımıza giren, “Seni başkan yaptırmayacağız” sözünü söyleyerek bu aktör, aslında kin ve kan davasının hedefi olmayı seçmişti bir bakıma. Burada da hırslanmadan başlayıp halkın oylarına aday olunan bir kesiminin içerisinde yükselen yüksek popülariteye kadar uzanan bir hınç da vardır işin içinde…
Bu iki vakadan başka İHAM’ın -henüz- politik amaç belirlemediği bir başka vaka daha mevcut. O da Can Atalay davasıdır.
***
Olabildiğince basitleştirerek özetliyorum: 14 Mayıs genel seçimlerinde TİP’ten Hatay milletvekili seçilen ancak mazbatasını almasına rağmen tahliye edilmeyen Gezi Davası tutuklusu avukat Can Atalay’ın tahliye ve yargılamanın durması istemi, Yargıtay 3. Ceza Dairesi tarafından reddediliyor. Atalay bunun üzerine, Anayasa Mahkemesi’ne ‘hak ihlali’ başvurusunda bulunuyor. Anayasa Mahkemesi’nin 5 Ekim’deki yapılan toplantısında, Atalay’ın başvurusunun Genel Kurul’a sevkine ve 12 Ekim tarihinde görüşülmesine karar veriyor. 12 Ekim toplantısında AYM raportörü hazırladığı görüşünde “Can Atalay’ın cezaevinde tutulması hak ihlalidir” kararına varıyor, yani “Anayasa’ya göre tahliyesi gerekir” diyor. Ancak “AYM üyelerinden biri dosyaya hazırlanamadığı” gerekçesiyle, karar 25 Ekim’e erteleniyor.
Anayasa Mahkeme, 25 Ekim’de 5’e karşı 9 oyla Atalay hakkında “hak ihlali kararı” veriyor ve aynı günde karar İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesi’ne gönderiliyor. 13. Ağır Ceza Mahkemesi’nin, “Atalay’ın, milletvekili seçilerek dokunulmazlığı kazandığı” gerekçesiyle, hakkındaki yargılamanın durmasına karar vermesi gerekiyorken, mahkeme aradan 6 gün geçmesinin ardından, tahlihe kararını vermeyip, dosyayı Yargıtay 3. Dairesi’ne geri gönderiyor. Bu 1808’de Osmanlı’da yurttaşların haklarının garanti altına alındığı Sened-i İttifak’tan bu yana, bizim hukuk tarihimizde eşine rastlanmayan bir durum. Burada da siyasi iktidarın Gezi’ye olan kinini, öfkesini hala bitiremediğini; ne yapıp edip Atalay’ı içeride tutmaya çalışılıyor. Böylesine bir zülum var.
Hukuku bir cendere haline getirip, çıkışı olmayan bir çukura çevirerek, çok net belirlenmiş Anayasa Mahkemesi’nin verdiği bir karar uygulamamakla suç işleniyor. Görevi yaptırmamak suçudur bu. Anayasa’nın 153. Maddesine göre, Anayasa Mahkemesi’nin kararları kesindir. Karar Resmi Gazete’de yayınlandıktan sonra yasama, yürütme ve yargı organlarını, idare makamlarını, gerçek ve tüzel kişileri bağlar. Kısacası, alt mahkemeler dahil, iktidarın da AYM kararına uyması anayasal bir zorunluluktur.
Hal böyleyken, Adalet Bakanı Yılmaz Tunç’un ‘Gerekçeli kararı gördükten sonra bir açıklama yapmak gerek’ ifadesi, hukuk devleti açısından bir talihsizliktir. AYM Atalay’ın “seçilme hakkı” ve “kişi hurriyeti ve güvenliği” haklarının ihlal edilmiştir diyor, hak ihlali vardir, giderilmeli diye bir karar veriyor. Ve yazik ki hepimizin adına adalete uluşmamızı sağlacak, koordine etmekle yükümlü Adalet Bakanımız bir gerçeye bakalım diyor. Ne yapacaksınız, ne değişecek Sayın Bakan? Gerekçeyi okuyunca siz ikna olduğunuzda mı bu karar uygulancak ? Gerekçeyi okudum, uygundur uygulanabilir mi diyeceksiniz ? Böyle bir yetki gaspında mı içindesiniz? Siz bu ülkenin Adalet Bakanısınız, kararların uygulunmasını gözetlemekle sorumlu ve hükümlüsınız, göreviniz bu. Kararların yerine getirip getirilmemesinde hususunda takdir kullanamazsınız, ne iktidarın ne siz ne onu yerine getirecek mahkemeler. Anayasa amir hükmü gereyi AYM kararı verdiği an o karar uygulanır, hiç kimsenin takdir hakkı yoktur, yorum kakafonisine tabi tutulamaz diyor Anayasa’nın 153. Maddesi. Cesaret verdiğiniz 13. Ağır Ceza Mahkemesi “yetkili ben değilim Yargıtay’dır” diyerek AYM Kararına uymadı ve Türkiye İşçi Partisi Hatay Milletvekili Can Atalay‘ın parlamentoya dönüşüne izin vermedi.
Kuşkusuz bu kararın, tam da Anayasa Mahkemesi Başkanı Zühtü Arslan’ın da ‘kararlar yoruma açık değil’ değerlendirmesini yaptığı bir günde verilmesi son derece manidar. AYM’nin verdiği kararların dikkate alınması gerektiğini belirten Arslan’ın açıklaması şöyle: “Yorum farklılığına demokratik hukuk devletlerinde yer vardır. Ama yorum kakofonisine yer yoktur. Yorum kakofonisi, yorum karmaşası demokratik hukuk devletlerinin kabul edebileceği şey değildir çünkü ortaya çıktığında farklı kişilere farklı hukukun uygulanması gibi sorunla karşı karşıya kalırız.”
Hukukun Üstünlüğü Endeksinin 2022 yılı verilerine göre Türkiye, 140 ülke arasında 116. sırada yer alıyor. Hukuk devleti puanımızın yerlerde sürünmesinin sebebi her devirde yargının siyasallaştırılmasıdır. Bizde sağcı, solcu, devrimci, muhafazakar, bütün ana akımlarımızda hukuk hassasiyeti cılızdır, yargıyı “bizden” yapmak isterler. Ne zaman ki evrensel hukukun ve bireysel hak ve hürriyetlerin “devrim”den de “dava”dan da üstün olduğunun şuuruna varacağız, o zaman zülmun yok olduğu huzurlu bir toplum, gelişmiş bir ülke olabileceğiz.
***
Türkiye çok uzun süren bir zulüm dönemi yaşadı. Bu ülkenin solcuları, dindarları, Kürtleri büyük acılardan geçti, şimdi de geçiyor. Hepimiz yaralandık, yaralanıyoruz. Aynı acılardan geçmelerine rağmen kendi aralarında kümeleşen mazlumların birbirlerine kuşkuyla baktığına şahit oluyoruz. Solcu dindarla, dindar Kürtle anlaşmakta zorlanıyor. Çekilen zulüm solcuları solculara, Kürtleri Kürtlere, dindarlara yakınlaştırmış. Neredeyse herkes cemaatlaşmış. Aranan demokrasi, herkesi bir eşitliğin içinde toplanmaya çağırırken bu çağrıya uymakta zorluk çekenlerin, ayak sürüyenlerin, gelişmeleri kuşkuyla karşılayanların hatta gelişmeleri durdurmaya çalışanların mazlumların arasından da çıktığını fark ediyoruz.
İnsan olmanın, “insan” kimliği altında birleşip kaynaşmanın herkese zor geldiği tuhaf bir dönemden geçiyoruz. Sanırım, bu yeni dönemde asıl zorluğu zalimleri durdurmakta değil mazlumları kaynaştırmakta çekeceğiz. Kimse Hristiyanlğını, Müseviliğini, Muslümanlığını, Kürtlüğünü, Aleviliğini, solculuğunu, sağcılığını unutmak zorunda değil ama Hristiyanın Hristiyanlğı, Müsevinin Müseviliği, İslamcının İslamcılığı, Kürdün Kürtlüğü, Alevinin Aleviliği, solcunun solculuğu, sağcının sağcılığı tek ve gerçek kimlik sanması, bu kimliği paylaşmayanlara içten içe bir düşmanlık beslemesi, her grup mazlumun başka bir mazlum grubunu zalimlerden görmesi, zulmün hepimizde bıraktığı bir yara izi olarak kanamaya devam edecek.
Hepimizin ortak bir “demokrat” kimliği altında birleşmemiz gerektiğini, sırf kendi grubunun çıkarı için mücadele etmenin hepimizi bencilliğin çirkinliğine iteceğini, ortaklığı reddetmenin zulmü sürdürmekten başka bir işe yaramayacağını kavramakta zorluk çektiğimiz sürece acıları yatıştıramayacağız.
Artık zalimlere söyleyecek sözümüz yok. Şimdi sanırım mazlumların mazlumlara hitap etmesi gereken safhadayız. Mazlumlar mazlumlarla konuşmalı artık. Demokrat ve insan olmak, Yahudi olmaktan, Filistinli olmaktan, Kürt olmaktan, Alevi olmaktan, İslamcı olmaktan, solcu veya sağcı olmaktan daha önemli hale gelmezse, kendi kimliğimize demokratlığı ve insanlığı eklemezsek birbirimize zulmedeceğiz. Zalimler ortadan kalkacak ama zulüm sürecek.
Mazlumların artık yalnızca kendi cemaatleri, kavimleri, yoldaşları için değil başka mazlumlar için de demokrasi istemeleri, “Zulüm bizdense, ben bizden değilim” demeleri gereken günlerdeyiz. Mazlumlar birleşebilecek mi? Yoksa birbirimizin zalimi mi olacağız? Karşımıza dikilen en zor soru bu şimdi.
Not: Evvelsi gün, 29 Ekim 2023’te büyük bir coşkuyla, aşkla, sevdayla, özlemle kutladı gençlerimiz, yaşlılarımız, çocuklarımız, kadınlarımız, erkeklerimiz Cumhuriyetin 100. yılını… Cumhuriyetimizin bu 100. yaşı TanVakti okurlarıma ve güzel ülkeme kutlu olsun! Mustafa Kemal Atatürk’ün ; “Daima milletin sevgi ve güvenine dayanarak hep birlikte ileri gideceğiz” sözleriyle benimsediği gibi, kurulan cumhuriyeti var olan eksikliklerini tamamlayarak “hepimizin cumhuriyeti” yapmak için… Adalet, hak ve özgürlükçü laikliği, eşit yurttaşlığı, barışı, ifade özgürlüğünü ortak değerler haline getirmek üzere “davul çalmaya”, kendi mahallemizden olmasa da ortak insani değerler adına ses olmaya ihtiyaç var. 100. yıl yeni umutlara kapı olsun
Pof. Dr. Garip Turunç – Bordeaux (Fransa) Üniversitesi ve İstanbul Galatasay Üniversitesi Em. Öğt. Üy.
Bordeaux, 1 Kasım 2023
tanvakti.com