YÜZYILIN KAYBI: AŞKBir arkadaşım gönderdi geçen günlerde bu yazıyı.ECE BALEKOĞLU yazmış bir sitede. Okudum, notlar ekledim., boldlar benim cümlelerim. Bir sürü şeyin kafamda netleşmesine neden oldu ve biliyor musunuz şu anda delicesine aşkı sorguluyorum. Aşkın var olmadığını değil gerçek aşk ve gerçek ilişkiler…… Eşzamanlılığın dik alası (olumlu anlamda….) Yüzyılın Kaybı: AşkEn son ne zaman bir şiiri alay ederek ya da utanarak değil de sahiden içinizde bir yerlerde bazı parçaları tamamladığını hissederek okudunuz? (Her zaman) Ne zaman bir sevgi sözcüğünü gerçek anlamıyla hitabınıza kattınız? (Ne yazık ki her zaman acı çekmek ve yanlış anlaşılmak pahasına da olsa) Ne zaman birinin görünüşünden önce size nasıl hissettirdiğiyle ilgilendiniz? (Her zaman üzgünüm ki her zaman bazen ama bazen de…) Verdiğiniz cevaplardan hoşnut değilseniz belki de gaddarlaşmadınız, (gaddarlaşamamanın acısını ve gururunu her daim hissederek) sadece topluca sürüklendiğimiz bir duygusal krizin ortasında (hepimiz gibi) rotasız kaldınız. (Çok ama istemeyerek rotasızlığı aslında sevdiklerimiz ve değer verdiklerimize rotamızı bile isteye feda ederek) Psikoloji bilimini arka bahçeleri yapmış “well-being influencerları” bize her şeyin kendi benliğimizle ilgili olduğunu anlatıp dururken, derdimiz her neyse çözümlemek konusunda yol kat etmeden geçirdiğimiz günleri hiçe sayar olduk. (Yes) “Kendimizin daha iyi bir versiyonu olmaya” kafayı takmış durumdayız. (Yeepp) Hem de hiç sevmediğimiz Carlito yollarında el yordamı yol yordamı söz yordamı bazen özür yordamıyla… Pişman mıyız hayır duygularımız çok değerli…) Görünüşümüzle yatıyor, kişiliğimizle kalkıyor, hislerimizle cebelleşip duruyoruz. (ilki dışında doğru bazen ilki de doğru kiloma taktığım günler çoktu….) “Ben” çağının başarılı üyeleri olarak çareyi yogadan tarota, psikolojiden astrolojiye mümkün olan her yerde aynı anda arıyoruz. (Off ben aramasam da arkadaşlarım aradı ve/veya güzel sohbet konusu, iletişimde kapıları açan sihirli değnek, bazen yaftalanma ve sığ bulunma tehlikesi veya riski olsa da olsun) Mutsuzluğumuzu, öfkemizi, bıkkınlığımızı süslü raflara kaldırıyor, yerine sahte bir iyileşmeyi yerleştiriyoruz. (Oooo bu tehlikeli very very dangerous) Çoğu zaman hissizleşmeyi, duyarsızlaşmayı, donuklaşmayı iyileşme zannediyoruz.(Bu ondan da tehlikeli) Üstelik ne hikmetse ancak bireyselleştikçe iyileşebiliyoruz. Doğru fakat ormanı yadsımadan, çünkü o zaman ağaca kıymış oluruz.) Oysa insan toplumla birlikte anlam kazanır. İlişkilerle büyür, tartışmalarla (çok önemli, gelişme, soru sorma, sorgulama burada daha heyecan verici) şekillenir, paylaşımlarla çoğalır. Kapitalizm, doğası gereği “durup ince şeyleri anlamamızı” istemez. (Şair dedi ya ahhh kimsenin vakti yok ince şeyleri anlamaya…) Yavaşlamamızı, derin bağlar kurmamızı, anlamaya çalışmamızı tehlikeli bulur. Tüketimi kısıtlayabilecek hiçbir açığa fırsat vermez. İlk bakışta zincir mağazalardan alışveriş yapmaktan ibaret sanılan bu gerçek daha yakından bakıldığında en özelimize, aşkımıza bile sirayet (bu laf ürkütmüştü bir zamanlar beni ama şimdi bağımlısı oldum) eder. Çünkü kapitalizm aşıkları (evet bu kelime sihirli) değil, çiftleri (hayır bu kelime sıkıcı) sever. Her şeyi yatırım olarak gördüğümüz bu dünyada artık hislerimiz de birer yatırımdır (şu an anladım ki alma verme dengesi de yanlış gerçek aşk yatırım olamaz gerçek aşk alma verme olamaz gerçek aşk pazarlık olamaz hesap kitap işi hiç olamaz) ve dolayısıyla karşılığını yeterince verimli bir şekilde alamayacağımızı öngördüğümüz her ilişkilenme de kayıptır. (Her kaybın yararını göz ardı etmeden ama…) Hal böyle olunca, karşımızdaki kişiyi de bir meta olarak seçmemiz gerekir. (Kahrolsun dayatılan meta düzeni ve yansıyan ilişkiler ve etkileri ) Görsel olarak yakışacağımız, (yakışmak bu kelime çok yanlış) statü (statüyü yadsıyorum) atlamamıza yardımcı olabilecek, ekonomik olarak bizi rahatlatacak ya da standartlara uygun bir gelecek sağlayabilecek her ilişki iyi bir yatırım olarak görülebilecekken; aynı şeylere gülmek, birlikte iyi hissetmek ya da bazen yalnızca kalbinizin daha hızlı atması tamamıyla önemsiz kriterlerdir. (aslında sır burada… Aşk modası geçmiş bir tanımdır ve duygusal yatırım sisteminde yeri yoktur. (Asla, iflah olmaz romantikler için daha da asla…) İyi bir yatırım tavsiyesi olmaması yetmezmiş gibi aşk bir de emek (İşte bu- Samed kime baba diyecek işte bu…) gerektirir. Her şeyin kısa yolunun olduğu ve övüldüğü bir sistemin içinde büyük emekler harcamak enayilikten başka bir şey değildir. Kısa bir fırsat maliyeti hesabıyla, sonucunda muhtemelen hüzün ve zaman kaybı olacak bu sürecin zararı, faydasından çok daha fazla olacaktır. Gelinen noktada aşk artık hayalperest, bunak (yapmayın kıymayın örselemeyin saf ve temiz duyguları) , saf romantiklerin peşinden koştuğu bir ideadan ibarettir. Geriye kalan akıllılar içinse iki yol vardır: Kendinize odaklanıp her zaman olmak istediğiniz o “kusursuz” (hiçbir zaman olmayacak ki) insana bir adım daha yaklaşmak için çabalarken başkasıyla zaman kaybetmeyebilirsiniz ya da geleceğiniz için makul bir yatırım olarak görünen diğer yarınızı oldukça somut bir motivasyonla ararken sizin için yaratılan araçları kullanabilirsiniz.(kullanmanın olduğu yerde aşk olabilemez…) Zamanınız her şeyden değerli, birini tanımak ve anlamak için vakit harcamak yerine sağa sola kaydırmalı hızlı uygulamaları deneyebilirsiniz mesela. Ya da birkaç minik estetik ameliyatla hedefinizdeki ideal eşin dikkatini daha hızlı çekebilirsiniz. (kendinizden uzaklaşmanın riskini de içeriyor ama sonrası yabancılaşma, sonrası kapitalizmin istediği sonrası çerçöp) Nereye gittiğinizle, ne yediğinizle, ne giydiğinizle herkesten çok ilgilenen sosyal medyayı daha aktif kullanarak biriyle tanışma olasılığınızı artırabilirsiniz. (Ahhh ah deşme yaramı gördük gönlü kırılan güzel insanlarımızı…) Karşı cinsi daha iyi anlamak için yazılmış düpedüz cinsiyetçi çok satan kitaplardan biriyle ilişkilerin tüm sırlarını çözebilirsiniz… (ah Mars’ı Venüs’ü bile okuduk ama Selçuğu dinlemek daha yararlı) Duygusal yatırımını en çok kâr edecek yerden yapmak isteyene araç çok. Peki, ya diğerleri? Bir şiirden keyif almayı hâlâ umutsuzca özleyenler? (Özlemesinler ya da özlesinler ama şiirler yanı başımızda kendi şiirimiz de içimizde.) “Sevmekten vazgeçen ruhun yürümeyi göze aldığı çöller öyle engin ki eve dönüş yolunu bir daha asla bulamayabiliriz” diyor (ama Simyacı buldu o bulduysa biz de buluruz) bell hooks Hep Aşka Dair kitabında. Bizi her geçen gün sevmekten vazgeçirmeye çalışan, aşkın yerine hazzı koymayı salık veren bir dünyada aşka ulaşmak kolay değil elbette. Tüketmek yerine paylaşmayı seçmek, bir iletişimi sıkılmadan sürdürebilmek, fırsatlar dünyasının içinde sadık kalabilmek adeta çevresel koşullara karşı direnmek demek bir yandan. Özellikle yeni nesilde görülen sevmekten, daha doğrusu kendi benliğini herhangi bir dış faktörle böylesine iç içe algılamaktan korku hali, özünde kapitalizm tarafından pompalanan bireyciliğin ve tüketimin (tüketim iğrenç bir kelime sözlüklerden kalkmalı) bir uzantısı. Tek bir insana yoğunlaşabilecek bir odağa sahip değiliz artık. (Zaten yüreğimiz o kadar büyük ki herkese yer var farklı düzeylerde….) Üstelik durup sevgiyi dinlediğimizde akıp gidecek zamanı kaybetmekten, olumsuz duygular deneyimlemekten, emek göstermekten ya da bazen sadece sıkılmaktan korkuyoruz. Ancak bu korkuyu kabullenmek bir yana dursun, alaycılıkla maskelemekte ustalaşmış haldeyiz. (çözüm içtenlik, çözüm samimiyet) Olumsuz her şeyi halının altına süpürüp sadece iyi şeylerden bahsetmek üzerine kurulu zehirli iyimserlik, tıpkı öfkeyi acizlikle ilişkilendirdiği gibi hüznü ya da sıkılmayı da uzak durulması gereken duygular kategorisine gönderiyor. Oysa yalnızca olumlu duygulardan oluşan bir yaşam tahayyülünün gündelik hayatta en ufak bir karşılığı yok. Kapitalizm, asıl şifalanmanın olumsuz duyguları bastırıp hissizleşince değil, aksine onları doğallaştırınca ve gerekli ölçüde yaşamaktan korkmayınca faydalı olacağını söylemiyor çünkü hem şifa satmaya devam etmek istiyor hem de öfkeli ya da üzgün insanların hesap sormasından çekiniyor. Kolektifleşmeye giden yolun çıkacağı meydanlardan o denli korkuyor ki iki kişi olmayı bile içtenlikle onaylamıyor. (Burası çelişki hani karşıydı çiftlere he anladım karşı değilken bile karşı….) Bu şifa takıntısının bir örneği olarak kendimizi sevmeyi öğrenmeden kimseyi sevmeyi öğrenemeyeceğimiz fikri başta oldukça anlamlı gelse de denklem bu kadar basit değil aslında. Kendimizi sevmeyi hiçbir zaman tam anlamıyla öğrenemeyecek olmamız yüksek bir olasılıkken (artarak ama, peyderpey yanılarak düşerek kalkarak dibe vurup tekrar çıkarak ama….) (ve epey doğalken), bazen kendimizi sevmeye birilerini severken daha da yaklaşabileceğimiz ise pek de bahsedilmeyen bir seçenek. Aşkın bizi ne kadar korkunç depresyonlara, yalnızlıklara ve aldatmalara sürükleyeceğini dilimizden eksik etmezken iyileştirebileceğini, öğretebileceğini, belki de uzun zamandır hissetmediğimiz ölçüde mutlu edeceğini ise konuşmamayı seçiyoruz. (Sevginin gücü her şeye yeter….) Kendi aramızda konuşmamak bir yana, bunları ne izlediğimiz filmlerde ne dinlediğimiz şarkılarda ne de okuduğumuz kitaplarda da kolay kolay göremiyoruz. (Ya da haddinden fazla gördük diye belki bazıları birazcık komik oluyorsunuz diye hatırlatma gereği bile duyabiliyor ki bu yararlı…) Sürekli tüketmeye, harcamaya, bitirmeye ve yeniden satın almaya odaklanmış bir toplumda çarkların dönmesi için durmaya vaktimiz yok. (İnadına durmalı o zaman ya da inadına değil de durmalı o zaman) Filmlerdeki karikatürize edilmiş âşık olma sahnelerini hayal edin. Etraflarında yavaşlayan dünya, sabahın köründe gülümseyerek sokaklarda dans eden bir kadın ya da gördüğü her esnafa selam veren bir adam… Hele ki bir metropolde yaşıyorsanız karşılaşma olasılığınızın imkansıza yakın olduğu bir görüntü. Ancak bizi bu karikatürize edilmiş görüntüye yabancılaştıran şey sandığımızın aksine özünde duyulan hissin kendisi değil, sekansı. (Eee bu da bu toplumun biraz gereği jet age çağı jetliyor bir sürü şeyi….) Tüm bunlar elbette “dünyayı iyiliğin kurtaracağı ve her şeyin bir insanı sevmekle başlayacağı” yanılgısına (bu yanılgı olamaz please yani) düşmek anlamına gelmiyor. Ancak yaşamayı uyumak ve uyanmaktan ibaret bir gündelik pratiğin ötesine taşımaya niyetliysek, buna en azından kendi hislerimizle barışarak başlayabiliriz. Hızla dönüp duran ve ona yetişmemizi öğütleyen dünyaya kafa tutmaya (doğru olan her şeyde) her malzemesiyle ayrı ayrı uğraşılmış, saatlerce pişmiş bir akşam yemeğinden keyif alarak ya da upuzun bir albümü baştan sona (introları dahil) dinleyerek başlayabiliriz. Kim bilir, belki bu yolun sonu bir insanı senelerce aynı heyecanla dinleyebilme yeteneğimizi (insanına bağlı) geri kazanmamıza çıkar. Lütfen notlarımı ukalalık olarak değerlendirme kendi cevaplarımı yazmaya neden olan bu metni bana gönderdiğin gerçekten bir kez daha teşekkür ederim. Ve senin de bu metinle ilgili görüşlerini duymayı bilmeyi çok ama çok isterim… Sevgiler… http://tanvakti.com https://vesaire.org/yuzyilin-kaybi-ask/ |