“ABDÜLLATİF ȘENER VAKASI”
Siyasette “vaka”ya dönüşmek nasıl bir şeydir? “Olay haline gelmek” yani? Diğer bütün gündemlerin önüne geçmek… Geçtiğimiz iki hafta boyunca Türkiye’de önde gelen ve en çok tartıştığımız konu “Abdüllatif Şener vakası” oldu. Bu geyik muhabbeti kıvamındaki tartışmalar, değişim tantanasıyla hiç değişmediğini, değişemeyeceğini bir kez daha ortaya koyan CHP başta, sapır sapır dökülen Millet İttifakı partilerinde neler olup bittiği konusunu bile geride bıraktı.
Bazen kavramakta, yorumlamakta güçlük çektiğiniz olaylar, davranışlar olur. Çünkü; aynı zihin, ahlak, değerler dünyasından değilizdir. “Abdüllatif Şener vakası” benim için -sadece benim için değil- toplumun kötücüllük virüsünü hâlâ kapmamış, çürümemiş kesimleri için, bu kadarı da olmaz dedirten bir vakaydı. Siyaset kurumunun kirlenmesini, etik değerlerin yitimini, bir siyasî kimliğin çürümesini bu kadar açık sergileyen olay az bulunur.
***
Șener, siyasete 1991 yılında Refah Partisinde başladı, o döneminde Maliye Bakanlığı yaptı. Milli görüş ‘yenilikçiler’ harekatında Abdullah Gül, Bülent Arınç ve Recep Tayyip Erdoğan ile birlikte hareket etmeye başladı. 2001 yılında AKP’nin kuruluşunda yar aldı. AKP döneminde Başbakan Yardımcılığı görevinde bulundu. 2018 seçimlerinde CHP’den Konya milletvekili seçildi. Son seçimlerde aday göstermediği için Abdüllatif beyi rincide etmişler… Cumhurbaşkanlığı seçiminin iki turu arasında CHP’den istifa etmiş. Hemen Kılıçdaroğlu’na kılıç çekmiş… İkinci tur öncesi “Kemal Kılıçdaroğlu seçilse bile istediği yasaları TBMM Genel Kurulu’ndan geçiremez”, “Kılıçdaroğlu vaatlerinin hiçbirini yerine getiremez” ve bunun gibi suçlayıcı söylemlerle CHP liderini hedef almış. Yetmemiş, ilk turda Sinan Oğan’a, ikinci turda da “Geçersiz oy” atmış. Ancak… “Geçersiz oy verdiği iddası” resmen yalan çıkmış. Şener, oyunu Erdoğan’a vermiş. Zaten Halk TV yayınında da üstü örtülü biçimde bunu ima etmişti:
“(…) siz oyunuzu kullanırken genel manzaraya bakarsınız ve oyunuzu kullanırsınız. Ben de böyle değerlendirdim.”
Abdüllatif Șener, seçim dönemi ve sonuçlarıyla ilgili NTV’de yaptığı açıklamalardan sonra, SÖZCÜ’ye verdiği reportaj’da, Halk TV’de Sansürsüz programına davet edildiğini; “Bir saatlik bir program olmasına rağmen yayında benim baskın çıkmam üzerine program süresi uzattıklarını ve saat 23.00’te alınması gereken konukları da beklettiklerini; süremi iki kez uzatıp üçüncü saate taşıdıklarını.” söylemiş. “Kılıçdaroğlu’na oy vermedim” açıklamasını neden yaptığımı sorulduğunda da “Kafa bulmak için” cevabını vermiş.
***
Kibri boyundan büyük Şener’i ekranda izlerken bir insanın kendisini ne kadar küçültebileceğini, olan tüm itibarını nasıl bitireceğini, daha doğrusu kendi kendisini nasıl imha ettiğini şaşkınlıkla izledik. Öyle bir yan çizdi ki Şener… Yıktı perdeyi, eyledi viran. Ne demek “Kafa bulmak”? TC kamuoyu bu sözleri kabul etmiyor. Türk siyaset için ibret alınacak önemli bir süreç olarak tarihi geçecektir. Türk siyasetinde oportünizm tarihi, bu anlamda en parlak simasının hikayesini yazabilir.
Şener’in her lafı bir kurşun gibiydi ve CHP camiasını delip geçti adeta. Öyle sanıyorum ki, CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu da kahrolmuştur ve en az seçim yenilgisi kadar ağır gelmiştir bu durum. Çünkü Şener örneğinde de kanıtlandığı üzere partiyi sağa çekerek milliyetçi muhafazakâr tabandan oy elde etme stratejisiyle iktidara gelme düşüncesinin beyhudeliği, çok trajik bir örnekle ortaya çıkmış bulunuyor. Zaten bu veri seçim sonuçlarından da elde edilmişti.
Laiklik ilkesi, içeriği boşaltılmış bir kavrama dönüştürülüp adım adım yok edilirken aktif bir muhalefet gösterilmemesi, sağa fazlasıyla taviz verilmesi partinin geleneksel tabanında rahatsızlık yaratıyordu ama Türkiye’nin kimliksel yarılmalar yaşadığı şu koşullarda Millet İttifakı’nın Erdoğan iktidarını sonlandırabileceğine dair de çok güçlü bir umut vardı. Geçiş dönemi için birçok şey sineye çekildi. Ancak, bu tavizlere rağmen CHP’ye, Saadet, Deva, Gelecek Partisi tabanından yeterli bir oy akışkanlığı olmadığı anlaşıldı.
Şener olayı ile görüldü ki, daha önce İYİ Parti’nin meclise girmesini sağlayarak kendi eliyle bir merkez sağ oluşturan CHP, bu kez de muhafakazar kesimden isimlerin temsiliyetinin yolunu açarak hiçbir varlık gösteremeyecek durumdaki partilere nefes verdi. Ancak kendisi güç kaybetti, tabanını küstürdü. Bunca iyi niyete rağmen sözkonusu partiler, Meclis başkanlığı seçiminde CHP adayına destek bile vermediler. Tam bir siyasi nezaketsizlik örneği ama sağ hep böyledir.
***
Uzun zamandır, “Bu ülkede insan malzemesi çürüyor, ahlak ve ahlaki duyarlıklar kayboluyor, toplum vicdanını yitiriyor, kötücüllük yayılıyor,” diye feryat ediyorum. Bu gidişatta ekonomik boğuntunun, çağın değer bunalımının, insan yaşamına değer kazandıran ideallerin, umutların yitirilmesinin payı var kuşkusuz. Ama asıl önemlisi yıllardır siyaset ortamına hâkim kılınan çatışmacı, saldırgan, kötücül dil ve tavır. Toplumumuzu ve insanımızı çürüten virüs o merkezlerden yayılıyor, ancak o virüsü taşıyanlar tecrit edileceğine korunup kollanıyor.
Ahlaki duyarsızlık sorununun temel sebeplerinden biri, insanın kendini ve haddini bilmemesi, erdemli olmayı ve erdemli yaşamayı hayati bir mesele olarak görmeyip çoğu zaman behimi/şehevi hırs, arzu ve tutkulara rıza göstermekten imtina etmemesidir. Bu noktada varlık kazanan gayr-i ahlaki tutum ve davranışlar ateistinden dindarına kadar en geniş yelpazede temsil imkânı bulabilir. Çünkü buradaki sorun en genel manada insanın kendini bilmeme, kendine gelmeme sorunudur. Bu müzmin sorunun çözümü ise Hacı Bayram Veli’nin şu dizelerinde ifadesini bulur: “Bilmek istersen seni, can içre ara canı. Geç canından bul anı, sen seni bil, sen seni. Kim bildi ef’alini, ol bildi sıfatını. Anda gördü zatını, sen seni bil, sen seni… BAYRAM özünü bildi, bileni anda buldu. Bulan ol kendi oldu, sen seni bil, sen seni…”
***
Ahlaki duyarsızlık sorunuyla ilgili bir diğer temel sebep, dinî alan da dâhil olmak üzere ahlak ve ahlaki davranışın çıkar ve menfaat hesabına dayandırılmasıdır. Şayet mümin insanın Allah’la ilişkisinde ve O’nun buyruklarına uyma gayretinde temel veya belirleyici unsur, azap endişesi ve mükâfat beklentisi ise, burada söz konusu olan din referanslı ahlakın ancak sonuç odaklı, yani çıkarcı ve faydacı bir ahlak olduğuna hükmedilebilir. Bu tür bir ahlak, Tanrı’yı kandırma teşebbüsü olarak “kurnazlık ahlakı” diye de tanımlanabilir.
Bu bağlamda alternatif olarak deontolojik ahlak nazariyesinden kısaca söz etmek gerekir. Alman filozof Kant der ki “saf pratik akıl (irade) kendiliğinden kayıtsız şartsız ahlaki ilkeyi/yükümlülüğü (kategorik imperatif) üretebilir ve ona tabi olabilir”. Ancak, Şener vakasında görüldüğü gibi, insan aklı ve vicdanı kayıtsız şartsız ahlaki ilkeyi kendiliğinden üretmediği ve ona uymadığı sürece birtakım kurnazlıklar ve şahsi çıkarlar eşliğinde sahte ahlaki imajlar ve illüzyonlar oluşturabilir.
Bir ahlaki eylemi salt ahlaki imaj ya da illüzyon olmaktan çıkarabilecek şey, her şeyden önce insan iradesinin hiçbir kayıt ve şart tanımaksızın salt ahlaki olanı istemesidir. Bununla birlikte en masum ahlaki ilkelerin beşeri kurnazlıklar ve dizginlenemez tutkular neticesinde çıkar/fayda ahlakına dönüştürülmesi, birtakım kişisel isteklerin ahlakilik kisvesiyle meşrulaştırılması ve sonunda ahlakın bir tür manipülasyon aracına dönüşmesi de her zaman mümkün ve muhtemeldir. Şener vakasında da yaşan bu olsa gerek…