İnsan olmanın ne demek olduğu çoğunlukla insanların üstlendikleri toplumsal rollerle ifade edilir. İnsan kimliği roller ve simgelerle özdeşleşir. Bu da insanı dincilik∕milliyetçilik tuzağına düşürür. Kimliğimizi dincilik∕milliyetçilik üzerinden ifade ettiğimizde, bu bizi ister istemez kamplaşmaya, şiddete, en zayıf olanların istismarına ve ezilmesine götürür. Böylece dinci∕milliyetçi kimlik bizi teslim alır ve kurban durumuna düşürür.
Kuşkusuz toplumsal bir varlık olarak bedensel ve ruhsal gelişimimiz için diğer insanlara ihtiyaç duyarız. Ancak kendi yetersizlik duygumuz bizi iktidarla özdeşleşmeye götürür ve empati yapma yeteneğimizin kaybolmasına yol açar. Amacımız iktidara ortak olmak, itaat ettirmek, hırslarımızı doyurmak olunca temel ihtiyacımız olan şefkat, sevgi ve merhamet bizden uzaklaşır. İçimizden koparılan bu duygular güç ve maddi edinim savaşlarında yıkıcı bir öfkeye ve parçalanmaya yol açmakta. Kabadayılık, öfke, şiddet, küfür, hakaret, tuzak, kof cesaret, palavra ve hamaset almakta. Sokak ortasında film izler gibi izlediğimiz kadına hunharca şiddet görüntüleri, Meclis’te dökülen kan, sahada devrilen başkan, milletvekilinin cumhurbaşkanı için (o ne söylerse söylesin!) kullandığı sözcük, sokaktaki taciz, ekrandaki kibir, gündelik hayattaki gerilim seviyesizlik illetinin eseridir. Çünkü seviyesizlik varsa, utanmaya, arlanmaya, düşünmeye ve anlamaya ihtiyaç yoktur. Güçten ne yapacağını şaşırmış siyaset, akademi, sivil toplum ve hatta arkasındaki gücün gölgesiyle şımaran din, diyanet esnafı da aynı yolun yolcusudur.
Kötü ahlak iyi ahlakı kovuyor… Kötü yüzler temiz yüzleri gölgeliyor… Kötü sesler nazik sedaları bastırıyor… Kötünün arsız gücü iyinin cesaretini kırıyor… Mevki sahibi olan ölünceye kadar o makamda kalmak istiyor… O makamda kalabilmek için kendi partisinin içindeki en güçlülere yamanmak için türlü desiselere başvuruyor…. Güce alışan bırakmak istemiyor…. O gücü elinde tutabilmek için de her yolu deniyor…. Bunun için partisinde en güçlü kim ise ona yanaşıyor, onun adamı oluyor… Bunun bedeli neyse ödemekten kaçınmıyor… Bu durum millette karşı kayıtsızlığı ve ilgisizliği kaçınılmaz kılıyor… Siyasi çürüme böylece başlıyor… Türkiye koşar adım kalitesizden daha kalitesiz bir geleceğe doğru yürüyor. Usanmıyor, yorulmuyor.
Kişi kurum ve organizasyonlar içinde otorite sembolleriyle özdeşleşirken, bir yandan kutsallaştırılmakta olan otoriteye boyun eğmeye hazırken, diğer yandan sınırlanamaz bir öfkeyle “mahalle” kimliğini buluyor. Günümüz Türkiye’sinde, reel politik düzlemde bu “mahalle” kavramı bütün halkın adeta karpuz gibi ortadan ikiye yarılıp hayli yüksek bir gerilim hattında keskin şekilde kutuplaşmış olmasını anlatıyor. Bu çerçevede Şerif Mardin’in “mahalle baskısı” olarak adlandırdığı şey de iki zıt kutbun birbiri üzerinde yarattığı baskı ve tazyiki ifade ediyor.
Aslında Türkiye halkı muhafazakâr dindar kesiminden seküler laik kesimine kadar “toplum” olmaktan çok, “cemaat” vasfı taşıdığından, her iki kesimin mahallesinde de “siyasi ve ideolojik kabullerden sapma”ya karşı hoşgörü ve tolerans minimal düzeydedir. Dolayısıyla mahalle hangi mahalle olursa olsun ya da mahalle sakinleri ister laik ve seküler olsun, ister muhafazakâr dindar olsun, faşizanlık davranışlar her iki cenahta da bakidir. Dahası, siyasi alanda egemen olan mahalle, egemenlik kendinde bulunduğu sürece öteki mahalle ve mahalleliye nefes aldırmamayı kendine adeta ulvi bir vazife bilir. Bu sebeple, tüm kültürel ve kimliksel farklılıklarına rağmen 86 milyon insanın hayat memnuniyeti içerisinde aynı eşit vatandaşlığı paylaştıkları bir birliktelik ve bütünlüğü (Türkiyelilik) tecrübe etmesi şimdilik pek mümkün değildir. Dolayısıyla bugünkü Türkiye halkı birbirine yabancı iki ayrı mahallede yaşayan ve birbirini hiç anlamayan, anlamaya da yanaşmayan iki büyük cemaat olarak kutuplaşmaktan vazgeçmeyecek gibi görünmektedir.
Muhafazakâr İslami kesim devletle barışmanın ve hatta bizatihi devlet olmanın sağladığı avantajla bugün hiyerarşinin en tepesindeki cemaat olarak gücünü de kullanarak hüküm sürüyor. Ancak gücün tekelleşmesi toplumda birçok sapmayı doğuruyor; “Reisimiz ne yapar ne eder şapkadan tavşan çıkarır, iktidarda kalır” inancıyla hareket ederek, ‘Yeter ki devlet bizim olsun ona koşulsuz destek veririz’ modunda sorumluluğu üst sistemlere devrediyor ve kendine yabancılaşıyor. Yabancılaşmış insan da kendini anlamlandıran özünden, vicdan ve merhametten koparak kâmil insan olmanın zeminini kaybediyor ve güce dayalı bir toplumsal sistemin sürekliliğini sağlayan bir araç haline geliyor. Artık acı çekeni gör(e)miyor, acı çeken diğer insanlarla empati kurmanın, demokrat davranmanın imkânı kalmıyor.
Görememek, gözlerini kapatmak yahut bir engel olarak körlüğün yanına, görme eylemini hiç tadamamanın sonucu bu duyunun bir nesil sonra tamamen yitirilişini de eklemek gerekebilir ileriki zamanlarda. Görmek doğal ve istemsiz olduğu kadar bir arzu, bir merak, bir ilgi eylemidir çünkü. Daha iyi görebilmek için yaklaşılabilir, daha geniş görebilmek için uzaklaşılabilir; görmek istememek ise bir akıl oyunudur; bir tercih, bir ret mekanizması olarak da işler/işletilir.
Ünlü Fransız yazar André Gide’in “Pastoral Senfoni” romanında, görülen ve görülmek istenilen dünya arasındaki yakınlık veya uzaklıkları okurun zihninde yeni anlamlar kazanmayı hedeflerken kullandığı ahtar cümle “Eğer kör olsaydınız, hiç günahınız olmazdı.” ifadesidir. Bu cümleyi, bütün bilgilerimizi, iyiyi-kötüyü, çirkini-güzeli, hareketlerimizi; dolayısıyla ‘ben’i inşa eden her şeyi canlandıktan sonra dışarıdan alıyoruz şeklinde anlayabilir miyiz? Kör olmak, aslında tüm duyu organlarımızla dışarıya kapalı olmak, dışarıdan bir şey almamak demek!.. Bu mümkün mü? Hayır! Çünkü insan doğduğunda dışarıya, bir mekâna, zamana ve sosyal çevreye maruz kalır!.. Ve bu maruz kalmalar neticesinde ‘fert’ olur.
Amerikalı mizahçı Mark Twain daha da ileri giderek diyor ki; İnsan, “Sadece dış etkenler tarafından yönlendirilir, yönetilir, komuta edilir. Hiçbir şey oluşturmaz, fikir bile.” Bu cümleleri okuduğumda – her ne kadar bizim gibi toplumlarda bir gerçeği ifade ediyorsa da – afalladım, çünkü Twain insanı kendi dışındaki etkenler tarafından inşa edilen bir ‘makine’ye benzetiyor; hatta iradesini reddediyordu. Bense insanı kendi seçimlerinin ürünü bir ‘şahsiyet’ olarak görüyordum. Bu nedenle insan olmanın anlamını sorgulamak, bir insan olarak ne ifade ettiğimiz üzerinde tefekkür etmek ve duygudaşlığımızı sorgulamak gerekiyor.
Ve tarihsel, kültürel, ideolojik kökenli tüm farklılıklarıyla gerçek manada sivil ve açık bir toplum olabilmek ve böyle bir toplumsal düzlemde oluşacak huzur ve sükûn ikliminde ağız tadıyla yaşayabilmek için öncelikle şu kahrolası mahalle kültüründen kurtulmak gerekiyor. Mahalle kültüründen kurtulmak aynı zamanda mahalle baskısından kurtulmak anlamına geliyor.
Peki, mümkün mü?
André Gide ve Mark Twain’in söylemlerine dönersek; ‘fert’/kendi olma seçkimizi özellikle yavaş fakat rahat izlenecek öneriler üzerine kurduk. Seyrederken derin derin nefes egzersizi yapmak mümkün. Sonra sorularınızı bir kağıda yazın. “Ben nereye, ailem nereye, insanlar nereye, toplumumuz nereye doğru gidiyor?” Sıralamayı sakın değiştirmeyin. Çünkü ‘ben’ doğru yere gitmezse, ‘biz’in yolunu bulma şansı yok!
Prof. Dr. Garip Turunç – Bordeaux (Fransa) Üniversitesi ve İstanbul Galatasaray Üniversitesi Em. Öğt. Üy.
Bordeaux, Salı 27 Ağustos 2024