NEDEN YAZIYORUZ?
Her şeyin bugünkü gibi keskinleştiği dönemler meselelerin özüne doğru sorulara götürüyor bizi. “İnsan neden yazar?” örneğin. Nasıl, ne zaman, ne için, kim için yazar? “İnsan ne için yaşar?” sorusuna kadar yolu var bunun.
Yazı dediğimiz çoğu kez yara kabuğudur. Ama yazının şifasında gene de iyi gelen bir şey vardır. Yalnızca insanlar büyür, yaralar büyümez, yaralar çocuk kalır. Böylece hayattan yazı, yazıdan hayat yapılır… Yazmaktan kastımsa okunması yaşanmasından daha güzel olan bir hayattır, bu hayat yazmak demektir. Sonuçta itiraflarımız yalnızca sizi ilgilendirir, yazınız ise herkesi…
Yaşanan zamanın dar yollarında bazen sesi kesiliyor insanın. Bu durumda bir yazıya sığınıyoruz çoğu kere. Kalpler arasındaki soğuk mesafeleri eritip ısıtan ateş oluyor kelimeler. Düşünmek yazmaya evrildiğinde harekete dönüşüyor. Hareket insan hayatının özüdür; insan yaptıklarıdır. İnsanın önce kendine itirazları, nefsine başkaldırması var. Bu hürriyete doğru bir hamle. Bunu başarabilenler, işte o isyan ahlâkı dairesine giriyor. Daha ötesi kendi benini aşıp sorumluluk hissiyle cemiyete, topluma çevrilmek, toplumdaki çığlıklara ayna tutmak için emek harcamak, (uzaklardan da olsa) her gün millet aşkının izlerini sürmek heyecanlandırıyor insanı.
Bunlar kanayan bir ülkenin, bastırılması, duymazdan gelinmesi gitgide olanaksızlaşan çığlıklarıdır. Bizler, bu çığlıkların sözcüleriyiz.
Bunlar haksız yere cezaevlerinde zulmedilen namuslu, vicdanlı, yurtsever insanların ve yakınlarının; açlığa mahkûm edilen emekçinin ve emeklinin; besinsiz, okulsuz, geleceksiz büyüyen çocukların; sömürgeleşen bir ülkenin ümitsiz gençlerinin; cumartesi annelerinin, katledilen kadınların, ekilmeyen biçilmeyen tarlaların, yakılan ormanların, depremde enkaz altında “Bizi duyan yok mu?” sesleriyle ölüme terkedilenlerin, güneşin kırk derece olduğu kuyruklarda su sırası bekleyen yüzlerce genç yaşlı, kadın erkek ve küçücük çocukların; taşıyla, toprağıyla, yeraltıyla, yerüstüyle, her şeyiyle yağmalanan, köylüye ait tapulu arazileri işgal eden, şehirleri yok edilmekte olan bir ülkenin kulaklarıma (binlerce kilometre uzaktan) gelen çığlıklarıdır.
***
Türk sosyal psikoloji profesörü, fikir adamı Erol Güngör yaşasaydı mümkündür ki o da ortamını böyle tercih ederdi diyor içimden bir ses. İnsan, bir ömür boyunca yapıp ettiklerinin, yazıp çizdiklerinin muhatap bulamaması hissiyatına düşende nihilizmin serüvenini bile yaşayamaz bu ülkenin içinde (ne de dışında).
“Kime yazıyorsun bu mektubu: Elinde hiçbir adres yok!” diyor Reyhanlı∕Hatay doğumlu hemşehirlim Cemil Meriç; kâh yazdıklarının anlaşılamaması, kâh muhataplarının kendilerini aşamaması yüzünden…
Adresler hep değişmiş, muhataplarımız ise kendilerini o kadar aşmışlar ki, mâzinin külleri arasından bir heykel yontmak da artık abesle iştigal.
Afazi mantıklar, paçoz tutumlar karmaşasında yine de bir ihtimal, yarınki nesiller arasından hadnaşinas olmayan; değer bilir, terkip kabiliyeti yüksek, güzide ile pespayeyi ayırt edebilecek yani tefrik etme hazinesine sahip insanlar çıkacaktır.
Ümidim var. Çünkü karanlığın en baskın olduğu an, şafağın yakınlaştığını müjdeler.
Yazarların okurları ‘daha dayanıklı’ kılmak için yazması gerektiğini belirten Mungan, ‘Evet’ ve ‘Hayır’ın kendisi için ne anlama geldiğinden söz eder:
“Yalancı ışıklarla geçici umut vermek değildir doğru olan. Hayatla mücadele azmi, dayanma gücü, karanlığa bakma gücü kazandırmak daha kıymetlidir. Aydınlığı, en iyi karanlığa bakmayı bilenler görür çünkü. Gözü karanlığa alışmamış insan aydınlığın kıymetini bilmez. O gelip geçici çiğ ışığı aydınlık zanneder. Benim önemsediğim şey, her durumda hayatta ve ayakta kalabilen insana içgücü, dayanıklılık kazandırmaktır. Aslında bazılarının ümitsiz, umutsuz, karamsar sandığı insanlardır asıl gelecek vaat eden insanlar. Eğer yazmayı sürdürüyorsam, hâlâ elimde kâğıt kalem varsa, dünyayı mesele ediyorsam umutsuz değilimdir. Hepimiz en iyi yaptığımız şeyi en iyi biçimde yapmayı sürdürerek muhalefet edebiliriz. Bizi biz yapan şey ‘Evet’lerimizden çok ‘Hayır’larımızdır. Hayır demek bilinç ve güç gerektirir. Evetlerin çoğu itaat yatkınlığıdır.”
‘Hayır’larımızla yaşamaya devam edeceğiz Sevgili Murathan Mungan.
Bizler, bu ülkenin akademisyenleri, yazarları, vicdanlı insanları; bu çığlıkları, içimizden kopup gelen kendi çığlıklarımızla buluşturarak yansıtıyoruz, yansıtmaya devam edeceğiz.
***
“Varlık ve Hiçlik” felsefesini ilk kez ortaya koyan Jean-Paul Sartre, her çağda yazarın/çizerin sorumluluğundan söz ederken “adını koymanın” gücünden de söz eder. Bu bir mesuliyettir. Çağın hakikatlerini görmek, şahit olduğunu anlatmak, adını koymak bir güçtür, bir sorumluluktur.
Belki de ülkemizdeki yazar, aydın ve bilim insanlarının ihtiyacı olan ilk şey, İspanya iç savaşı sırasında Salamanca Üniversitesi’nin rektörü Miguel de Unamuno’nun şu söyledikleridir:
“Bazı durumlar vardır ki, orada susmak, yalan söylemektir. Zira sükût, ikrar olarak yorumlanabilir. Bugüne kadar içimde daima birbiri ile tutarlı bir uyum içinde yaşayagelen sözüm ile vicdanım arasında bir boşanmaya asla izin veremem.”
Evet, yazmanın benim için en cazip yönünün bu olduğunu düşünüyorum. Hayatın akışına bakıyorum. Yıllardır Anayurdumda olup bitenleri binlerce kilometre uzaktan (Fransa’dan) kaygıyla izliyorum. Prof. Dr. Celal Şengör uyarıyor!:
“Türkiye’nin gidişatı bir felaket, bir faciaya, bir iç harbe gidiyoruz. Gayet açık, ve bunu görmemek için enayi olmak lazım. Dünyaya yalnızlaşmış, zenginleştiğini zannederek fakirleşiyor, halk tabakaları birbirlerinden hızla kopuyor, parçalanmaya gidiyor, korkunç bir bölünme var. Türkiye, tarihinde daha önce görülmemiş bir felakete doğru gidiyor…”
Kötülük, insanların şaşırma ve hayret etme duygularını yok edecek kadar, inanılmaz bir hızla yol alırken tek direnç noktası olan “Artık, bundan daha beteri olmaz” duygusu içinde, memleketimin insanlarına çıkan ağır faturası karşısında sınırsız bir acı duyuyorum. Halkıma, yurduma, tarihe ve dünyaya borçlu olma duygusu içinde, biraz olsun rahatlatabilmek ve ülkemin çılgın gidişatını belki biraz frenleyebilmek umuduyla bir şeyler yazmaya çalışıyorum. Bunu yaparken de Amerika romanının yazarı, şair ve senarist Paul Auster’in şu sözünü hep anımsıyorum:
“İş işten geçmeden konuş şimdi. Ve söyleyecek hiçbir şey kalmayıncaya kadar da konuşabilme umudunu taşı.”
Prof. Dr. Garip Turunç – Bordeaux (Fransa) Üniversitesi ve İstanbul Galatasay Üniversitesi Em. Öğt. Üy.
Bordeaux, Pazartesi 18 Eylül 2023