reklam
reklam
DOLAR
EURO
STERLIN
FRANG
ALTIN
BITCOIN
reklam
Prof. Dr. Garip TurunçTÜM YAZILARI

Son 20 Yılda Türkiye’nin Avrupa Birliği Serüveni

Yayınlanma Tarihi : Google News
Son 20 Yılda Türkiye’nin Avrupa Birliği Serüveni
reklam

Son 20 yılda Türkiye’nin Avrupa Birliği Serüveni…

Ne güzel bir fotoğraftı, o 16 Aralık 2004 tarihinde Avrupa Parlamentosu üyelerinin ezici bir çoğunluğu ellerinde Türkçe dahil her dilden “Evet” yazan, Türkiye ve AB bayraklarının birlikte yer aldığı pankartları göstererek Türkiye ile üyelik müzakerelerinin başlamasına onay vermişti. Avrupa’nın Sol, Liberal, Yeşil ve Muhafazakâr demokratları Müslüman Türkiye ile Avrupa Birliği’nin Ortadoğu’yu da kucaklayacağını düşünüyor, Birliğin bir kez daha barış projesi olduğunu görme hayali kuruyordu. Köprülerin altından çok sular aktı. Avrupa Parlamentosu 6 Temmuz 2017’de 477 oyla Türkiye ile müzakerelerin askıya alınmasını tavsiye eden raporu onayladı.

Raporun yayınlanmasını takip eden haftalarda Fransız “ARTE” televizyonunda Türkiye ile ilgili ardı ardına 3 belgesel yayınlandı. Belgesellerin hepsi “Türkiye nereye gidiyor?”a odaklanıyordu. Batılı analistlerin verdiği mesaj sonuçta, “Türkiye’deki rejim her ne olursa olsun, Batı için Ankara’nın gözden çıkarılamayacağı” şeklindeydi. “Statüko tüm talihsizliklere karşın sürdürülmek zorunda” şeklinde özetleyebileceğimiz bu tercih, Fransız “Figaro” gazetesinde de işlenmişti.

“Erdoğan’ın demir yumruğu Türkiye’yi sıkıyor” manşetiyle ayrıntılı bir bilanço yapan gazete, arkada kalan yılın Türkiye’nin uluslararası yalnızlığını artırdığına dikkat çekiyor, Erdoğan’ın bu süre zarfında tek adamlaştığını, ülkenin tüm çehresinin değiştiğini, devletin kurumlarının yeniden yapılandığını ve çok yıprandığını, siyasi iradenin sürüklemesiyle demokratik normların zayıfladığını, düşünce özgürlüğünün yasaklandığını, adil yargılanma olmadığını, suçsuz insanların tutuklandığını, muhalefet ve medya üzerinde baskı oluştuğunu, liyakat yerine sadakatin öne çıktığını, tüm kamu kurumlarında personel ve uygulama açısından seviye kaybı yaşandığını, keyfiliğin yayılma istidadı gösterdiğini, muhalefet alanının tamamen yok olduğunu, toplum üzerine ağır bir atmosferin çöktüğünü, AB müzakerelerinin “komaya girdiğini” ancak iki tarafın da “fişi çekmediğini” anlatıyordu.

Lafı eğmeden konuşmayı ifade eden Fransa’nın genç kuşağın temsilcisi Macron, dünya önünde uluslararası bir basın toplantısında cumhurbaşkanlığı “Elyssee kürsüsü”nden, “Usta”ya ders veriyordu:

“Demokrasiler terörle tabii mücadele edeceklerdi ama hukuk devletine saygılı olmalıydılar”… Bir “İfade özgürlüğü (alakart/seçmeli değil!) bölünmez, tam bir bütündü. Hukuk devleti birebir buydu.” “Fikirler şiddet çağrısı yapmıyorsa, yalnız fikirdi. Dolayısıyla özgürce ifade edilebilmeliydiler.” “Devletlerin meşruiyeti yurttaşların (ifade edilen) haklarının korunmasından geçerdi.” “Türkiye-AB konusunda ikiyüzlülük bırakılmalıydı. Özellikle son (OHAL’leşme) sürecinden sonra AB’de artık yeni başlık açmak söz konusu değildi. Hedef, Türkiye’yi (tümden yitirmemek için) onu Avrupa insan hakları konvansiyonunda tutmak ve yakın işbirliği kurmak olmalıydı.”

Anlaşılan Türkiye’nin AB üyelik perspektifi, belki de bir daha hiç canlanmayacak biçimde rafa kalkmış gözüküyordu. Türkiye’nin artık AB’yle “imtiyazlı ortaklık” dönemine giriliyor. 2000’li yıllarda Başbakan olan Erdoğan hararetle “Asla kabul etmeyiz” diye karşı çıktığı bu “imtiyazlı ortaklık” Avrupa kulübüne üye olmadan dış çeperde özel bir statüyle “dost ve kardeş” ülke olarak konumlanmak. Ortak değerler, reform ve ortak karar/egemenlik gibi konuları bir kenara bırakarak, ticaret ve dış politika konularında paslaşmak. Anlayacağınız, artık bekleme odası filan kalmadı; fiilen kalmadı. Füze var, uçak var, AB yok!

***
Cumhurbaşkanı Erdoğan, “İsveç’in NATO’ya girmesi için Türkiye’nin AB üyeliğinin sağlanması lazım” deyince, ne yalan söyleyeyim önce sevindim. Türkiye yeniden AB üyeliğine yöneliyor, AK Parti’nin 2002’de isteyip, sonra rafa kaldırdığı bu önemli hedefe yeniden kilitleniyordu. Yıllardır savunduğum çok önemli bir gelişmeydi [Bkz. “La Turquie aux marches de l’Union Européenne” (Türkiye Avrupa Birliği basamaklarında), L’Harmatan, 2001’de yayınlana kitabım ve müzakere sürecinin başlangıcından bir yıl önce Le Monde’taki; “Turquie et Europe: mettre fin à l’hypocrisie” (Türkiye ve Avrupa: İkiyüzlülüğe son vermek), 25.11.2004 makalem.]

Ancak Erdoğan, İsveç’in NATO üyeliğine vetosunu kaldırmak için konuyla ilgisiz, ciddiyetle bağdaşmayacak bir şart ileri sürmüştü. 10 Temmuz 2023 ‘te İstanbul’dan NATO Zirvesi’nin yapılacağı Litvanya’nın Vilnius şehrine uçmadan önce ; “Türkiye’yi Avrupa Birliği kapısında 50 yılı aşkın zamandır bekleten bu ülkelere buradan sesleniyorum. Ama Vilnius’ta da sesleneceğim. Önce Türkiye’nin Avrupa Birliği’nde önünü açın, biz de Finlandiya’da olduğu gibi İsveç’in önünü açalım”  demişti.

Bomba bir haberdi. Ancak zirveden sonra NATO Genel Sekreteri Jens Stoltenberg, Erdoğan’ın İsveç’in NATO üyeliğini kabul ettiğini ve bu konudaki protokolleri en kısa zamanda TBMM’den geçirmeyi taahhüt ettiğini açıkladı. Bunun karşılığında Türkiye’ye AB kapıları açılacak mı? Yok öyle bir şey. Nitekim, Alman Şansölyesi Olaf Scholz, malûmu ilâm ederek, İsveç’in NATO üyeliği ile Türkiye’nin AB umutlarının birbiriyle ilişkisi olmadığını beyan etti. AB’nin yürütme organı Avrupa Komisyonu da Alman Şansölyesi ile aynı görüşte.

Yani, en hafif deyimiyle, Tayyip Erdoğan bir kez daha almadan verdi. Zaten İsveç’e NATO kapılarını açmanın karşılığının, Türkiye’ye AB kapılarını açmak olmayacağını Tayyip Erdoğan gayet iyi biliyor olmalıdır. AB ile tam üyelik müzakereleri ancak Türkiye’nin Kopenhag Kriterleri’ni yerine getirme çabasıyla mümkün olabilmişti ve bundan 20 yıl önce Erdoğan Kopenhag Kriterleri’ni savunuyordu.

Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesini, AİHM ve AYM kararlarını tanımayan, basın özgürlüğü, ifade özgürlüğü, örgütlenme özgürlüğü, toplantı ve gösteri hakkı, grev hakkı gibi en temel hak ve özgürlükleri dahi kullanılamaz bir hale getiren Türkiye’nin Avrupa Konseyi üyeliğini artık karara bağlamayı düşünüyor. Belki de, belli bir süre için askıya almayı.

***
Son günlerde Dışişleri Bakanı Hakan Fidan’ın “Türkiye, Avrupa ile birleşmeli” cümlesini okuyunca itiraf edeyim, yeniden yüzüme bir gülümseme yayıldı. France 24 televizyonuna yaptığı değerlendirmesinde, “2007 ve 2008 yılları için altın zamanlardı” diyor Hakan Fidan. Ve ekliyor: “Tekrar Sarkozy öncesi çizgiye geri dönmek zorundayız. Dolayısıyla liyakate dayalı bir üyelik yolu açılmalı. Türkiye bölgede daha etkili bir güç oluşturmak için Avrupa ile birleşmeli”.

Hakan Fidan’a göre Türkiye’nin AB tam üyelik müzakerelerinde 2005 yılında başlayan yolculuğunun, 13 Mart 2019’da tam üyelik müzakerelerinin askıya alınması ile sonuçlanmasının tek bir suçlusu var anlaşılan, o da Avrupa. Ama gerçek öyle değil. Gerçeği kavramamış gibi davransa da Hakan Fidan’a katıldığım bir şey var; Türkiye, Avrupa ile birleşmeli. Ama Hakan Fidan bu çağrısını yaparken bunun sadece Avrupa’nın menfaatine olacağını, Avrupa’nın böylelikle uluslararası kaosa ve jeopolitik risklere karşı daha dirençli hale geleceği üzerinde duruyor. Bir yanıyla haklı, Türkiye’nin stratejik ve diplomatik konumu, bölgedeki komşularıyla ilişkileri ve bu ülkelerde gelişen demokrasi dalgaları, ilerisi için her zamankinden daha büyük önem taşıyor.

Bugün, bu gelişmeler çerçevesinde Türkiye’ye nasıl bir rol düşeceği kesin olarak bilinmiyorsa da, AB’nin bu alevlenmekte olan bölge Müslüman halkı ile el sıkışması ancak Türkiye vasıtasıyla olabilir. 20 yıl önce Avrupa’nın Sol, Liberal ve Yeşil partilerin savunduğu “Demokrat-Müslüman” kimliği var olacaksa, bunu doğurabilme kabiliyetine sahip tek ülke Türkiye’dir. İslam âleminin demokratik, piyasa ekonomisine dayalı, insana odaklı bir anlayışı kendi içinde doğurabileceği, barındırabileceği, geliştirebileceği anlayışının ispatını da ancak Türkiye yapabilir. Çünkü Avrupa Birliği’nin kendi içinde Türkiye dışında Müslüman hiçbir adayı yok. Ortadoğu’daki Müslüman kitleler, AK Parti gibi İslam referanslı bir partinin yönettiği laik, demokratik Türkiye’yi kendilerine örnek olarak alıyorlar ve kendileri de Türkiye gibi bir başarı öyküsü olmak istiyorlar.

Dolayısıyla, Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne ne kadar ihtiyacı var ise dünyayı kucaklamak, İslam âlemiyle el sıkışmak, yeni bir çoğulculuk, yeni bir kültür, yeni bir renk olarak o dünyayla ilişki kurmak açısından AB’nin de Türkiye’ye ihtiyacı vardır ve hatta geleceği için önemli bir ümit ışığıdır. Birbiriyle tanışmayan dinlerin, birbiriyle tanışmayan ulusların, birbiriyle tanışmayan kültürlerin artık bir arada olacağı, insanın esas niteliğini, kalitesini ve yaratıcılığı, beyinsel performansının belirleyeceği yeni bir dünyada eski yozların, eski şartlanmaların, eski alışkanlıkların yerine bu niteliğinin aldığı bir dönemin başlangıcıdır bu. Onun için Türkiye, Avrupa Birliği’ni zenginleştirecektir. Eski Fransa Cumhurbaşkanı Chirac’ın “AB küresel güç olmak istiyorsa Türkiye’ye ihtiyacı vardır” söylemi gayet isabetli. Sadece durumu Avrupa Birliği çemberi ve çerçevesinde değil, küreselleşmenin büyük rüzgârında, büyük gerçeğinde de değerlendirmek lazım.

Bu gerçekleri kabul edip değişecek miyiz, yoksa reddetmeye devam edip eskinin özlemine dayalı olarak hızla ihtiyarlayacak mıyız? Kültürünü Müslümanlığın oluşturduğu yeni bir dünya ile el sıkışacak mıyız, sıkışmayacak mıyız? Avrupa’ya göre daha genç, dolayısıyla birikimi daha yetersiz, kaotik ve enerjik olan yeni bir gücü kendimize gençlik aşısı olarak kabul edecek miyiz, etmeyecek miyiz? Ülkemizin ve AB’nin ‘Türkiye takıntılı’ liderleri’ne bu soruları sormamız lazım.

Prof. Dr. Garip Turunç – Bordeaux (Fransa) Üniversitesi ve İstanbul Galatasaray Üniversitesi Em. Öğt. Üy.

Bordeaux, Salı 14 0cak 2025

reklam
Verified by MonsterInsights