TÜRKİYE ÇOK PUSLU BİR DÖNEMDEN GEÇİYOR
Aziz Nesin güncelerinde dert yanar, bizde yazı insanının salt yaratıyla uğraşmasının mümkün olmayacağını söyler. Düşünen, kaygılanan aydının başka ödevleri de vardır. Diyeceğim, çok şapkası olur eli kalem tutan kişinin, bir o kadar da ödevi vardır kuşkusuz. Nesin söylemişti, “söylediklerimiz kadar sustuklarımızdan da sorumluyuz” diye.
Yıllardır yazdım/yazıyorum, konuştum/konuşuyorum, tartıştım/tartışıyorum. “Nâzım’ın Cep Defterlerinde Kavga, Aşk ve Şiir Notları (1937-1942)” kitabını okuyorum yeniden. Dilin hakkıyla tartışmak beceri, zekâ ister. Sosyal medya çağında pek mümkün görünmüyor artık, yine de keşke fikirleri konuşabilsek, doğru kavramlarla, yerli yerinde diye umuyor insan. Dert anlatmak gürültüde pek zor. Üstelik kimsenin hakikati öğrenmek merakı da yok. (OECD, üye ülkelerde her sene yapılan PIAAC ismi verilen bir “Yetişkin Becerileri Araştırması”na göre ülkemizde karmaşık veya uzun yazılı metinleri okuyup çok yönlü ve derinlemesine öğrenebilen, yorumlayıp analiz edebilen, iyi derecede problem çözme becerisine sahip kişilerin toplam nüfus içindeki oranı %3! Sadece %3!..)
O halde bütün bu ‘günün birinde’leri niçin yazıyorum? Belki şundan. Dünyanın ve Türkiye’nin baş döndüren hızı, dün ‘asla olmaz’ dediğimiz şeylere karşı bizi dayanıksız kılıyor. Bu noktada ‘asla olmaz’ demek yerine ‘ya kötüsü gelirse’ diye düşünmenin daha sağlıklı olacağını düşünüyorum. Düşünüyorum da, bunu başarabiliyor muyum? Hayır. Zira insan, yere batası doğası gereği, her seferinde bugün düşündüğünü şu ana kadar düşündüğü en doğru, en isabetli düşünce zannederek yaşıyor. Sağlama yapmayan bir tür olarak yaşayıp gidiyor insanlık. Bu noktada yapılması gereken belki de ‘geriye çekilmek’tir. Ancak tarih öyle ağır bir sorumluluk yüklemiş durumda ki bu coğrafyanın insanlarının sırtına, (o diyarlardan binlerce kilometre uzakta da olsa) geriye çekilmek şöyle dursun, canımızı adadığımız ülkemiz ve ulusumuz için sürekli ileriye hamle yapma ihtiyacı hâsıl oluyor. Aydınlığın kaynağı yüreğimiz ve beynimizdir, açıkçası duygularımız ve düşüncelerimizdir. Aile terbiyesi ve eğitim yaşam ışığımızdır.
*
Türkiye çok puslu bir dönemden geçiyor. Halkın demokratik hakkını kullanmasının engellenişine bir kez daha şahit olduk! Yargıtay 3. Ceza Dairesinin yargıçları ikinci kez anayasal yetkilerini aşarak, Anayasa Mahkemesi’nin TİP Hatay Milletvekili Can Atalay hakkında verdiği “ihlal kararı”nın hukuki bir değerinin olmadığına hükmetmiştir. Ve AYM’nin kararına uyulmamasını ikinci kez kararlaştırmıştır. Yüz küsur yıldır anayasal sorunlar üzerine tartışan ve hâlihazırdaki anayasası nicedir doğru dürüst uygulanmayan memleketimizde, bu durum, ilk kez yaşanmaktadır.
Yargıtay ilgili ceza dairesinin, AYM’nin Can Atalay lehine verdiği hak ihlali kararlarını bağlayıcı kabul etmediği ve AYM üyelerini benzeri görülmemiş ifadelerle eleştirdiği kararını, yürürlükteki Anayasa’nın hükümleriyle açıklamak olanak dışıdır. Yüksek yargıda şu anda çoğunluğu oluşturan ve mevcut iktidara destek veren kesimlerin sanırım ülkemizdeki yargı erkine biçtikleri yeni rol, kararlarıyla iktidara siyasi destek vermek. Yani siyasi iktidarın iktidarını korumaya devam etmesine yardımcı olmaya çalışmak. Ya da iktidara karşı oluşabilecek etkili bir siyasi muhalefete engeller koymak. Yargıtay’ın ilgili dairesi bunu son kararında -biraz da acemice- anayasal rejimi koruma kisvesi altında yapmaya çalışmış.
Yani şunu demeye uğraşmış: “Ben AYM kararını tanımıyorum, ama sorun bakalım niye tanımıyorum? AYM, ülkenin bölünmez bütünlüğünün ve anayasal rejimin bekçisi olan Anayasa m.14’ü ihlal ettiği için, bu anayasal rejimi koruma misyonu adına AYM kararını tanımıyorum. Yoksa ülkenin rejimi çöker! AYM, Anayasa m.14’ü ve dolayısıyla anayasal rejimi koruyamadığı için iş başa düştü ve rejimi mecburen biz korumak zorunda kaldık!”
İşaret ettikleri sorun, tek başına Anayasa Mahkemesi kararının tanınmaması değil. Yargıtay kararında, gelecekteki başka kararlara da kapı açılıyor veya o kapılar kapatılıyor:
“Ayrıca, Anayasa Mahkemesi’nin bu yorum tarzının kabul edilmesi halinde… başvurucunun, Anayasa’nın 79. ve 101. maddelerine göre Cumhurbaşkanı’nın usulüne uygun olarak seçilmediğini ve kendisini göreve atama ile görevden almaya yetkisinin bulunmadığını bireysel başvurusunda ileri sürmesi durumunda; Anayasa Mahkemesi’nin, Şerafettin Can Atalay ve benzer kişiler hakkında verdiği kararlardaki yorum dikkate alındığında başvurucunun iddiasını kabul ederek Anayasa’nın 101. maddesini kendisine göre yorumlayabileceği ve hatta Anayasal bir yetkisi olmamasına rağmen demokratik usulle, halk oyuyla ve Anayasa’nın 79. maddesi uyarınca Yüksek Seçim Kurulu’nun belirlediği yasal ilkelere göre seçilen meşru Cumhurbaşkanı’nın meşruiyetini dahi tartışmaya açabileceği anlaşılmaktadır.”
Yani AYM kararlarının ileride başka sorgulamalara yol açabileceği öngörülüyor ve gereği yapılıyor.
Yüksek yargının kendisine böyle bir siyasi iktidar destekçiliği ve korumacılığı tavrının motivasyonunu da anlamak güç. Aklıma tek gelen, bu yargıçların, bu tür kararlar vererek mevcut iktidara destekle “memleketi kurtardıklarına” ideolojik bir beyin yıkama ile ikna edilmiş olmaları. 28 Şubat’taki gibi bunlara da “ikna odaları” kurulduysa bilemem! Sadece “ülkeye yazık oluyor” diyebilirim.
*
Ortada iki yargı kurumunun karıştığı bir “Yargı krizi” mi var, yoksa siyasetin devletin temel kurumlarının birbirini yedirdiği bir “Devlet krizi” mi?
Bunun siyasi bir savaş ilanı olduğu, çıkan krizin asıl sahibinin Yargıtay olmadığı ortada. Kavganın sahibi iktidar, Yargıtay eliyle Anayasa Mahkemesi’ni itibarsızlaştırmak istiyor. Olan işin mahiyeti üstüne kem küm etmenin bir gereği ya da anlamı yok. Zaten herkes adını koyarak konuşuyor. “Darbe” diyorlar. Aslında kasıt, bir kilometre taşının daha atlanmış olması. Yani “bir daha hiçbir şey eskisi gibi olmayacak” dediğimiz durumlardan birini yaşadık. Erdoğan ve çevresi bilerek ve isteyerek anayasayı çiğniyorlar.
Söylendiği gibi şimdiye kadar izlediğimiz tartışma “hukuki” bir tartışma değildi. “Hukuki” tartışma başlamadan bitmişti, çünkü zaten tartışacak bir şey yoktu. Dairenin kararı sonrasında Bahçeli, “Yargıtay’ın şerefli hâkimlerini yürekten kutluyoruz” ifadelerini kullanırken Cumhurbaşkanlığı Başdanışmanı Mehmet Uçum da “AYM malul olmuş bir yapıdır” başlıklı bir yazı kaleme almıştı. En son Cumhurbaşkanı Erdoğan, İstanbul’da, Murat Kurum’un adaylığının açıklandığı toplantıda bir cümle kurdu. Yeni CHP Genel Başkanı’ndan “Özgür Efendi” diye bahsettiği cümlede adını vermeden, sanki biraz da sonra gelecek tavırların işaretini verecek tarzda, Can Atalay’la ilgili yaklaşımını da ortaya koydu. Cümle şöyleydi:
“31 Mart seçimlerinde Özgür Efendi’yi de özgürleştireceğiz. Daha bismillah demeden, anayasal düzene kastetmekten 18 yıl ceza almış bir teröristi adeta Meclis’ten cezaevine tünel kazarak kurtarma peşinde düşüyor.”
“Anayasal düzene kastetmekten 18 yıl almış bir terörist…” Bu bir Cumhurbaşkanı tanımlaması. Yine Cumhurbaşkanı’na göre onun Meclis’e getirilip göreve başlatılması da “Meclis’ten cezaevine tünel kazarak kurtarma…” faaliyeti… Bir ana muhalefet liderinden “Özgür Efendi” diye bahsetmenin bir Cumhurbaşkanına yakışıp yakışmadığı konusu ayrı bir mesele…
Cumhurbaşkanı’nın bu tavrı koyduğu bir durumda TBMM Başkanı Numan Kurtulmuş’un ne yapacağı merak ediliyor. Kurtulmuş AYM Kararına mı uysun, yoksa Yargıtay 3. Daire kararına ve onun yanında yer alan Cumhur İttifakı liderlerinin kararına mı?
Bu sorunun “siyaseten” verilecek cevabını tahmin etmek zor değil. Ancak böyle durumlarda bir Meclis Başkanı’nın, Yasama erkinin temsilcisi olmasından, dolayısıyla bağımsız hareket etmesinden ve hukukun üstünlüğünü gözeterek ülkeye bir “iyilik” yapabilmesinden bahsedilebilir.
*
Bu ülkenin gelişmesini, demokratikleşmesini, özgürleşmesini istemeyen, kendilerini toplumun “başöğretmenleri” sayanlar yargılayacak. “Siz bizi yargılayamazsınız”, “Biz sizi yargılarız” diyecekler. Yani, bu ülkede “hukuk” isteyenler yargılanacak ve hukuku yok edenler yargılayacak. Bunun yaratacağı güvensizliği düşünebiliyor musunuz? Yargıçların yasalara uymadığı yerde kimse yasalara uymaz. Bu toplum, hukuk için direnmek zorunda. Üstüne kapanan bu çelikten kapağın altında nefes almadan yaşamaya tahammül edemez çünkü.
Buradan ancak Parlamento’nun, siyasetin, siyasilerin, toplumun çok kararlı hamleleriyle çıkabiliriz. Hukuksuzluğun hesabını hukukçulardan, hukuk adına sormak zorundayız. Hepimiz hukukçu olmalıyız. Hukuku öğrenmeliyiz, her hukuksuzluğu onların yüzlerine vurmalıyız. Kendimizi kendimiz kurtarmalıyız.
Bu yönde CHP’nin “Anayasaya sahip çıkmak için” 14 Ocak’ta her vatandaşı Tandoğan’a çağırdığı miting, “CHP’nin mitingi” olmaktan öte anlam taşıyor. Kendisini muhalif gören herkes için memleketin geleceğine sahip çıkma fırsatı! Daha doğrusu görevi!
Pof. Dr. Garip Turunç – Bordeaux (Fransa) Üniversitesi ve İstanbul Galatasaray Üniversitesi Em. Öğt. Üy.
Bordeaux, Perşembe 11 Ocak 2024