Tüm Zamanların Şehri Antakya’m Göçük Altında
Antakya’m, bütün dinleri, kültürleri bir arada barındıran dünyanın en eski yerleşim birimlerinden bir kent. Şehre ilk yerleşenlerin Hatti topluluğu olduğu düşünülmektedir. Seleucus krallarına (milattan önce 305-280) başkentlik yapmış (şehrin adı da Seleucus’un babası olan Antiochus’tan gelmekte), Roma çağındaki ihtişamı dillere destan olmuş, imparatorluğun üç büyük metropolünden biri olarak imparatorların gözdesi olan ve bir zamanlar; Doğunun Kraliçesi; “Tanrı Şehri”; lakaplarıyla anılmış olan Antakya’m, Azizler Petrus ve Pavlus’un, Mesih İsa’nın öğretisini anlattıkları, inananlara ilk kez “Hristiyan” adının verildiği kutsal kent. Doğal taş döşeli sokakları, kendine özgü nitelikteki avlulu evleri, bunların içindeki yaşam biçimi ile ANTAKYA bu kültür mozaiği içinde bugünlere kadar gelerek kendini kanıtlamıştır. Bu yüzden UNESCO tarafından “Barış Kenti” olarak seçilmiştir.
Antakya’m zengin. Sosyo-Kültürel yapısı zengin. Katolikler, Gregoryenler, Yahudiler, Sünniler, Aleviler, Nusayriler, Türkler, Araplar, Ermeniler. Bir arada yaşamanın küçük bir modeli. Türkiye mozaiğinin parçası. Dünyaya örnek olabilecek türden bir havza, bir barış vitrini.
Antakya’m zengin. Ekonomisi, sanayisi değil, ama geçmişiyle, tarihi ile zengin. Habib Neccar Camii, Romalılar tarafından öldürülen ilk Hıristiyanlardan bir marangoz adına inşa edilen, daha sonra camiye çevrilen kilise. Cami olmasına rağmen, Hıristiyanların belli günlerde ayin yapmalarına olanak sağlayan cami. Ve Müslümanlaşmış Habib Neccar. Adeta Mani’nin öğretisini devam ettiren bir tarzda, Müslümanların, Musevilerin, Hristiyanların bayramlarını kutlayan Nusayriler.
Antakya’m zengin. Dilleri zengin. Burada farklı dinlerden insanlarımızın, toplumun büyük çoğunluğundan farkı, “çok dilli” konuşmaları; Arap kökenli Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarımız Arapçayı ve Türkçeyi, Ermeni kökenli vatandaşlarımız hem Ermeniceyi hem de Türkçeyi konuşuyorlar. Aralarındaki iletişimde üç ayrı referans var. Bu üç ayrı referans, onların bu topraklarda yaşayan diğerlerden daha iyi hissedebilmelerini sağlıyor. Başkası gibi bu topraklara ait dillerden sadece birini bilen birine kıyasla çok daha fazla sermayeye sahipler. Onlar Türkiye de yaşayan ve sadece Türkçeyi konuşandan daha zenginler. Ve bunun yurtsever olmaya asla engel olmadığını da gördüm, yaşadım, iki haftadır yeniden yaşıyorum. Buralar babaocağı memleketim, burada doğdum; çocukluğum, ilk gençliğim, ilk nefesim, ilk gülüşüm, ilk hıçkırığım, ilk aşk yaralarım, ilk hayalim, bir düğüne katılışım, sokaklarda oynadığım saklambaç burada geçti; buraların, toprağını, suyunu, insanını bilirim.
***
Dil düşünme aracıdır. İnsan olmanın koşulu düşünce olduğuna göre, insanım diyenin sorunudur. Dil, bir topluluğun arasındaki bağdır, kuşaklararası aktarımdır. Bir dilin tarihi, o dili kullanan insanların, toplumun da tarihidir. Antakya’m tarihi boyunca çeşitli inançlara ev sahipliği yapan, çok dille, çok sayıda şair, bilim adamı ve sanatçı yetiştirmiş, zengin bir kültür birikimine sahiptir.
Antakya yakınında Samandağlı şair/yazar Nuri Sağaltıcı’nın, 1982 Asya-Afrika Yazarlar Birliği Ödülü sahibi olan, dünyaca ünlü Nazım Hikmet, Aziz Nesin ve Pablo Nerudaʹnın yakın dostu, hemşehirlisi Samandağ Aknehir doğumlu Suriyeli büyük şair rahmetli Süleyman-el İsa (Taş)’a adadığı “ŞAİR-ÜS SAGİR” SÜLEYMAN-EL İSA’YA KASİDE adlı şiirinde bu toprakların tarihsel, kültürel ve insani zenginliğini dile getiriyor. Bu muhteşem şiirin tümü bu köşeye sığmaz. Son iki bölümü şöyle:
“Cüzzamlı bir gizemdir Antakya Kharon’dan beri / Bir ucu cennetse şehrin boydan boya, bir ucu da cehennem.
Kimlere yar olmadı dağları Antakya’nın kimlere, / Saint Simon, Saint Pierre ve Cemil Hayek ahvalinden
Asasıyla yardı Akdeniz’i Musa bu sahilde, Samandağ’da, / İsa’nın nefesi karıştı Ali ve Muhammed’inkine birden.
Bundandır kardeşliği bu şehirde yetmiş iki milletin / Ne mazlum vardır kitabında bu güzel şehrin ne zulmeden.
Halis sevgidir Habib-ün Neccar, sokaklar daraldıkça gönlüm ferahlar / Umuttur, umuda açılır; her kapısı ayrı bir din, ayrı bir erdem
…
Ah şairim! Hep talihsizim ben, görüyorsun bu konuda; / Hep geç tanırım güzel insanları, ve bunun ilki değilsin sen.
Dilden dile, gönülden gönüle Asi misali / Yaşatır Antakya’n ateşli yüreğini söndürmeden
Kaç şehrin görünen yüzüdür Antakya şimdi, kaç medeniyetin / Biliriz ki ki izler var gönlünde ve güzellikler hepsinden.
İnsanlıkla beslendik, sevgiyle; kardeşçe bu toprakta / Süleyman El-İsa’lar ölmez bütün tanrılar ölmeden.”
***
Yıllardır her yaz aylarında baba ocağına Fransa’dan tatile geldiğimde birkaç kez uğradığım Antakya’mın Uzun Çarşısı. Bütün yüreğimle söyleyebilirim ki, büyük şehirlerde artık neredeyse nostalji haline gelen, o hasret kaldığımız esnaf ahlakı, burada yaşar. Kimse kimseyi kolundan çekip, dükkanına sürüklemz. Kimse kimseyi kazıklamaz. Özellikle yemek fıyatlar, sanırsın İstanbul’un 20 yıl öncesine aittır… “Fiyatlar niye bu kadar uygun?” diye merak ederseniz, “yemeği lezzetli yapan fiyatı değildir, biz sizi burada paranızı almak için ağırlamıyoruz, güzel yemek yidirmek için ağırlıyoruz” derler. Kimi baharatçı, kimi ipekçi, kimi gümüşçü, kimi fırıncı, kimi künefeci, kimi çökelekçi, kimi kasaptır. Kim Türk, kim Ermeni, kim Müsevi, kim Alevî, kim Sünni, belli değildir. Ama hepsi namusludur. Ahlakları tek’tir.
Asırın depreminde Antakya’mın çarşısı yıkılmış. Türk katolik kilisesi yıkılmış. Antakya’mın sinagogu. Dünyanın bilinen en eski Yahudi cemaatlerinden olan Antakya musevi cemaatlarımız 2 200 yıldır kesintisiz olarak burada yaşıyor. 14 kişi kalmışlardı. Sinagogları yıkılmış. Çan çökmüş. Ezan geçice olarak susmuş. Hazzan ise göçük altında.
Hatay Akeoloji Müzesi. Gezerken 19 bin yıl öncesini seyredersiniz, 19 bin yıl. Dünyanı en büyük mozaik müzesidir. Dionysos keyifle şarap içer. Afrodit alımlı salınır. Eros okunu fırlatır. Urartu oradadır. Asur orada. Üç bin yıldır toprak altında Hitit kralı Suppiluliuma’nın karşısında durursunuz, hayret edercesine açılmış patlak gözlerine bakarsınız. Duvarında M.S. 65 yılında vefat eden SENECA isimli bir düşüre ait olan; “Hayatı kaybetmekten daha acı bir şey vardır, yaşamın anlamı kaybetmek.”… “Hafif acılar konuşabilir ama, derin acılar dilsizdir.” “Ölüm her şeyi eşit kılar.”… bir lahit yazıyı okursunuz.
Büyük İskender bu topraklarda dolaştı. Sezer bu topraklarda dolaştı. Bu yüzden siz de o müzede dolaşırken, bastığınız zeminini adeta canlıymış gibi hissedersiniz. Hatay Arkeoloji Müzesi’nin yıkılan bölümleri var. Hatay meclis binası. Hatay’ın Türkiye Cumhuriyeti’ne katılma kararının alindığı, tarihimizin en önemli binalarından biri… Yıkılmış.
***
Tarihte onlarca kez yıkıcı deprem geçiren ve yeniden inşa edilen tarihi kent bir kez daha yok olmuş. Anılarımız, geçmişimiz, geleceğe dair umutlarımız, herşeyimiz silindi. Atalarımız geçmişte bu kutsal şehri ve Camilerimizi, Sinagoglarımızı, Kiliselerimizi nasıl yeniden inşa ettilerse, bizlerde tarihi Camilerimizi, Sinagoglarımızı, Kiliselerimizi ve bu şehri inşa edip yeniden ayağa kaldıracağız. İçimiz her daim belki buruk kalacak. Ama küllerimizden yeniden doğacağız.
Biz binlerce yıllık bir toplumun bugüne uzayan ve kanıtı dil olan, tarihinin mirasçısıyız. Çağdaş kültürün de ortağı olmak zorundayız. Geçmiş tarihe sahip çıkmak, Süleyman-el İsa ve Nuri Soğaltıcı gibi bu toprakların Anavatana katılımı ile ilk Cumhuriyet kuşağından olanların bilincine yazılmıştı. Bugünkü varlığımızı buna borçluyuz. Bundan sonra yapılması gereken, bilinci açık aydınların, toplumu çağdaş kültür düzeyine ulaşmaya çağırmaları ve bunun yollarını düşünmeleridir.
Prof. Dr. Garip Turunç – Bordeaux (Fransa) Üniversitesi ve İstanbul Galatasaray Üniversitesi Em. Öğt. Üy.
Antakya, 9 Ekim 2024